30 Aralık 2011 Cuma

'Bunları gördük bunları yaptık işte buraya geldik en son'

Enis Batur son kitabı '60 mm Dizüstü Meşkler...'e Sami Hazinses ile yaptığı bir söyleşiyi koymuş. Önce kurgu zannettim, bunun yazarın kitaptaki yazı oyunlarından, düşlerinden biri olduğunu düşündüm. Okudukça ve Hazinses'i 'dinledikçe' gerçek olduğunu anladım. Gerçi, Batur'un bin yıl önce yaşamış Bizanslı bir şairle hayalinde yaptığı bir söyleşiyi  de böylesine gerçekçi bir şekilde kağıda dökebileceğini de biliyoruz, o ayrı.


Hazinses hayat hikayesini Batur'a bir kahvehanede atlaya / hatırlaya anlatırken çok içten ve çok sıcak  pozlar veriyor 60 mm'lik edebi objektife. İlk bestesini (kendisi başta, ta en başta müzisyenmiş) Zeki  Müren'e kabul ettirişini, 40 yıllık sinema hayatının başlangıcını, işsiz kaldığında küçük bir rol teklifi gelene  kadar kahvehanede  aylarca nasıl da beklediklerini  anlatırken duyduğu heyecan, kullandığı kelimelere ve kurduğu cümlelere yansıyor. Hazinses'in kendi hayatının akışını anlatışında mağrur ve buruk       bir yan hissediliyor ve ben bu söyleşide insanı gülümseten bir hüzün buluyorum. Enis Batur konuşmayı  kağıda   dökerken, Hazinses'in heyecanını, çabukluğunu yansıtmak için olacak, virgüllere pek yer    vermemiş.  Bu söyleşiden bazı bölümleri, virgülüne dokunmadan, aşağıya alıyorum:

İster istemez öldüm

- ...40 yıllık sinema, şimdiye kadar zengin olmam gerekiyordu, ev araba hiçbiri yok, o kadar hizmetime karşılık.

- Diyarbakır'da eğitim şeyi vardı oraya iştirak ediyordum, çok hevesliydim. Emin Kürkçü diye bir hoca vardı bize gereken şeyleri öğretiyordu. Trompet çalmayı, ağaca, halata tırmanmayı falan. Yarışta Adana'ya  bir sene koşmaya gitmiştik, hatta orada bizi rahatsız ettiler hapse koydular. Adana'da insanlar hep bisiklete biniyorlardı cadde hep bisiklet hep bisiklet. Bunları gördük bunları yaptık işte buraya geldik en son.

- ... o zaman yaşım 25 falan, yani aşık olmak şeyi başımızdan geçti tabii. Onu düşünüyorum.

- ... Zeki Müren diyor ki 'Çok büyük bestekar ama kalbimi kırdı' diyor, başka bir şey demiyor. Neymiş şarkıya çalışabildiniz mi? demişim, bu lafta ne var, gelemedim gidemedim belki ilgilenmez diye söyledim.

- ...ilk filmim Korsan da Cüneyt Gökçer'le beraber oynamıştım, kostumümü giydim, tak tak öldürdü birkaç kişiyi kılıçla, ben kalktım, var mı bana karşı koyacak başka biri dedi, ben de o zaman beden eğitimi yapmıştım, eskrim oynamıştım, kalktım ben varım dedim. Ben kalkınca, iki-üç-beş sayınca, atladım üstüne, ama ister istemez öldüm, rol o kadar.

- ... orada bir film çekildi Atıf Yılmaz'dı yönetmeni. Rolümü oynadım elimi sıktı, tebrik ederim sen bu meslekten 15 sene ekmek yersin dedi, 45 senedir ekmek yiyorum. En son oynadığım Mahallenin Muhtarları çekildi dizi olarak. Kışın çalıştık, en son filmim oldu bu, orada hastalandım bıraktım diziyi miziyi.

- ... işe çağırdıkları zaman bizi sabah 7.00 de kahvede oluruz, saat 8.00 oluyor, 9 oluyor 10 oluyor bir türlü gidemiyorsunuz. 11.00 de ancak gidebiliyorıuz film setine, çalışma yerine. O  herhalde insanın gücüne gidiyor insanın herhalde o yoruyor bizi, aynı saate ben geliyorum, sen niye gelmiyorsun, arkadaşını bekliyorsun.

-Benim yerime benim tipimde kısa boylu adam arayıp buluyorlardı, onların ömrü çok kısa oluyordu fiziğini benzetebilirler ufacık tefecik, ama  duygusal olarak?

20 Aralık 2011 Salı

'BABA, GERÇEK BİR RÜYA GÖRDÜM!'

Prensin Uykusu'na dair notlar

- Gecenin ortasında, bazen durup dururken uyanıyorum ve kalkıp odasına gidiyorum. Aras uyurken iki sorunumuz var: Sürekli üstünü açma (bütün çocuklarda dönem dönem olan bir durum) ve, eğer üstünü açmamışsa, yoğun bir şekilde terleme ( Aras'ta her dönem olan bir durum!) Mevsim geçişlerinde, hava sıcaklığının  saat başı değiştiği dönemlerde gidip üstünü sık sık yoklamak  gerekir.  Üşümemesini,  bunun yanında da fazla terlememesini sağlamaya çalışırım. Terlediyse eğer,  pijamasını bir kaç yerinden tutup bir yelpaze gibi sallayarak  sırtını havalandırırım. Aynı dertten (fena halde) muzdarip biri olarak bunun ne anlama geldiğini bilirim. 

-Bazı geceler üşüdüğü için, bir şeylerden korkarak uyandığı için veya sadece kollarını  açarak davet ettiği  için yanına uzanırım. Kolunu yakın bir arkadaşıymışım gibi benim boynuma dolar. Kısacık kolu enseme doğru ancak yetişir; bir süre öyle burun buruna yatarız.

-Yorgun bir günün sonunda uykusu geldiğinde onu kucağıma alırım. O an kollarını aşağı salar ve başını omzuma yaslar. Bebekliğinden beri en sevdiğim hareketi budur.  

-Anne-babalar çocukları uyurken onları izlemeyi sever. Ben de Aras uyurken bazen yanıbaşına oturur, yüzüne, nefes alışına bakarım. Bu eşsiz bir zaman parçasıdır. Hayatta bu kadar sessiz ve durgun bir görüntünün insana bu kadar çok heyecan verdiği çok az an vardır.

-Genelde insanlar Aras'ın bana benzediğini söyler. Aras uyurken yüzüne baktığımda bu insanlara hak veriyorum.

-Bazen uykusunun ortasında uyanır ve bir çığlık atar. Hemen fırlarım yataktan, aslında hiç uykuya dalmamışım  ve her an bu çağrıyı bekliyormuşum gibi. Odasına koşarım  ve o an yakınlarında bir yerde olduğum için şükrederim.

-Uyutması zor bir çocuk olmadı hiç. Fakat kreşe başladığından beri, erken yatırmak istediğimizde sıkıntı yaşıyoruz. Böyle zamanlarda yanına uzanırım ve ona kitap okurum. Bu kitap genelde 'Otobüs Tostos' olur. Tavşan Şavşav otobüsü hoyratça kullanan acımasız bir şofördür. Kaplumbağa Pumpum bu duruma karşı çıkar ve Otobüs Tostos'u korumaya çalışır. Bu küçük kitabı o kadar çok okuduk ki artık bir sonraki sayfayı ezberden bilirim. Zavallı otobüsün yaşadıkları beni de hüzünlendirir ve az sonra odaya usulca giren annesi ikimizi de uyumuş olarak bulur.

-Bir gece uyandı, ağladı, yanına uzandım. Tekrar dalarken şöyle bir titredi, gözlerini açtı  ve 'Baba, gerçek bir rüya gördüm!' dedi. 'Ne gördün?' dedim, anlattı: Kreştelermiş, arabasıyla oynuyormuş, Seda gelip arabasını elinden almak istemiş. Bunu görmüş!

-Sabah bizden erken uyanır (Önal dedesi onun iyi bir iş adamı olacağını söylüyor.) Hasta falan değilse eğer, gayet neşelidir. Uyanır uyanmaz konuşmaya başlar ve bu durum genelde bütün gün sürer. 

18 Aralık 2011 Pazar

ANADOLU'DA TÜM ZAMANLAR BİR


10-11 yaşlarında bir erkek çocuğu yolda kendi başına, veya ne bileyim annesiyle yürürken ileride top oynayan başka çocuklar görürse hemen şöyle düşünür: 'Birisi ters bir vuruş yapacak, o top mutlaka bana gelecek.' Gerçekten de top oynayacak özel bir yerleri olmadığı için gelip geçen arabaların izin verdiği ölçüde sokaklarda, evlerinin önünde futbol oynayan çocukların topu hep bir yere 'kaçar'. Top bazen bir arabanın tamponuna çarpıp geri döner, bazen de yaşlı bir amcanın ayaklarına yuvarlanır, o da onu bastonuyla itiverir. Ve işte, genelde, tam o sırada oradan geçmekte olan bir başka çocuğun önüne düşüverir 'plastik yuvarlak.' O çocuk da kendince estetik bir duruş sergileyerek güçlü bir vuruşla topu 'sahaya' geri gönderir.

      Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi  Bir Zamanlar Anadolu'da 'nın öyküsünün geçtiği yerlerde çocukların böyle bir sorunları yok. Ama yukarıda anlattığıma benzer bir sahne var. Okul bahçesinde oynayan çocukların dışarı kaçan topunu geri göndermek, filmin sadece bir kaç sahnesinde gördüğümüz, ama bir kaç açıdan  mağdur olan çocuk karakterine düşüyor. Ve bu isimsiz çocuk, evrensel bir kurala uyarcasına, topa şöyle bir abanıp onu sahiplerine yolluyor ve annesinin peşi sıra koşuyor. Bir taşra filmi bu. Sadece bu tip yönetmelerin bu tip filmlerini izlemekten hoşlananların sevebileceği bir film. Bir kategoriye koyamıyorum, ama çok gerçekçi diyaloglara (Kader, Çoğunluk) ve  nefes kesici  fotoğraflarla bezeli görüntülere sahip olan (İklimler, Sonbahar ve Uzak, ama ille de Uzak) filmlerden söz ediyorum. Bir Zamanlar Anadolu'da da Nuri Bilge Ceylan daha fazla diyalog kullanmış ve zaman zaman belli bir tonda mizah da var. Film insanın üstünde garip bir etki bırakıyor. İnsan yüzüne ve bakışlarına yapılan yakın çekimler, rüzgarda sallanan ağaçlar ve yukarı kaldırılan pardösü yakaları, karanlığın içinden yüzer gibi geçen araba farları ve mesleklerini büyük bir doğallıkla yaparken aslında hiç yaşamayan insan tekleri. Sinemadan çıktığımda yüzümü yıkarken, kapalı otoparktan ayrılıp şehrin giderek azalmakta olan aydınlığına karışırken ve sınıfta camdan dışarı baktığım zaman ağaçların rüzgarda kıvrandığını gördüğümde filmden sahneler geliyor gözümün önüne. Bu da, pek çok başka şeyin arasında, bir yönetmenin başarısı olarak görülebilir.

     Filmde kadın yokmuş! Yok tabii, siz ne zannetmiştiniz? Taşrada kadın hep içerdedir. Hele köylerde, bir ömür boyu evinden ayrılmayan, bakılması gereken hayvanları ve işlenmesi gereken ürünleri olduğu için, çoktan büyük şehirlerde modern bir hayat kurmuş olan oğullarının ve kızlarının yanına henüz bir kez bile gitmemiş yüzbinlerce kadın var. Küçük ilçelerde genç bir kızın çarşının bir ucundaki görüntüsü öbür uca heyecan getirir.  Taşrada delikanlıların Kasabanın En Güzel Kızı'nı görmek için -okul zamanı falan değilse eğer- günlerce çaresizlik içinde bekledikleri olur. Filmde savcı, polis, doktor, şoförler ve zanlıların muhtarın evinde hep birlikte yemek yediği sahne birden fazla seyredilmeyi hak ediyor. Elektrikler kesildiğinde (kesilir tabii, siz ne zannetmiştiniz?), muhtarın kızı bir kaç yerde elinde gaz lambasıyla görünüyor ve onun güzel duru yüzü  bu yorgun adamların ruhunu, o lambanın odayı aydınlattığından bin kat daha fazla aydınlatıyor. O gece ve ertesi gün kendi aralarında “Lan güzel kızmış ha!” diye atıp tutuyorlar, bu şekilde hayata tutunmak istiyorlar. 

     Muhtarı oynayan Ercan Kesal çok başarılı. Onu, Üç Maymun'daki kusursuz oyunundan  ve konuşurken yüzünde biriken terlerden hatırlıyorum , ama buradaki muhtarın o olduğuna ancak internette birkaç fotoğrafını görünce ikna oluyorum. Muhtarın, aslında onu hiç dinlemeyen savcı beyi (savcım, ha savcım!) bir ihale için sıkıştırması ve yemeğin ortasında elektrikler kesildiğinde “Gelir, gelir elektrik de gelir su da gelir, hadi yiyelim” diyerek 'durumu kurtarmaya' çalışması çok hoştu.


     Anadolu'da bazı yerler hiç değişmiyor. Çocukluğumu geçirdiğim köy otuz yıldır aynı mesela- böyle yerlerde tüm zamanlar bir. Ve ilerlemenin,  kalkınmanın olmaması bir yana , daha kötüsü var: Artık böyle yerlerde, çocuklar 'başkalarının topunu' beklemek istemedikleri için bu köyleri, yaşları neredeyse o köyün yaşına yakın ihtiyarlara bırakıp gidiyorlar. Bu da bence, Anadolu söz konusu olduğunda, sayısı pek çok olan 'büyük çaresizliklerimizden' biri... Ve dünyada bazı insanlık halleri de hiç değişmiyor. Bir Zamanlar  Anadolu'da  için şunu söylemek filmde zaten örtülü bir biçimde verilen insan hikayelerini açığa çıkarmak anlamına gelmez sanırım: Belki de Nuri Bilge Ceylan'ın bu filminde kurak, eksik ve yaralı olan bir yer değil, insanın kendisidir. Belki  burada anlatılan öykü, o  uçsuz bucaksız toprakları, ağaçsız tepeleri, birbirinin aynı çeşmeleri ve uzayıp giden  yollarıyla bir coğrafyanın değil,  bizzat insanoğlunun öyküsüdür.

1 Aralık 2011 Perşembe

BİR KEDİ BU KADAR MI GÜZEL UYANIR?*


Yekta Kopan'ın 2010 Haldun Taner Öykü Ödülünü alan kitabı  'Bir de Baktım Yoksun' daki öyküleri meraklı bir kıskançlıkla okuduğumu hatırlıyorum. Geçen yıl o yarışmaya dosya gönderenlerden biriydim ve bu yüzden olacak, öyküleri okurken biraz 'beğensem mi beğenmesem mi' duygusu da bu okuma süresince bana eşlik etmişti. Sonuçta izlediğim, sonraları 'çalışma odası'nda bile dolaştığım bir yazarla tanışmıştım (sesine ve yüzüne uzun süredir aşinayız). Yazarın blogu Fil Uçuşu'na da sık sık bakıyorum. Nabokov'un 'Konuş, Hafıza'sından Fil Uçuşu sayesinde haberim olmuştu. Bu, edebiyat dünyası için olmasa da benim için büyük bir adım olmuştu!

Yazarın son kitabı Kediler Güzel Uyanır'ı, Adapazarı'nda nihayet açılan D&R'da gördüm ve, biri kedisever arkadaşım İlkay'a olmak üzere, iki adet aldım.  Kitabın kısa öykülerden oluştuğunu yorum yazılarından ve bloglardan biliyordum. Sayfaları şöyle bir çevirince aklıma ilk gelen Enis Batur'un Cep Meşkleri'ndeki metinler oldu. Kopan bu kez  kısa ve yoğun öyküler yazmış. Bu metinler, bir denklanşör çakışı süresince görünüp kaybolan, fakat kişinin görsel hafızasına (böyle mi denirdi?) işlenen fotoğraflar gibi. Cep Meşkleri'nde düşler, kendileri için özel bir dil icat eden kardeşler, girdiği  evlerde sadece kütüphaneyi tarumar eden hırsızlar vardı. Kediler Güzel Uyanır'da da konuşan bulutlar, bir ev partisiyle ilgili  iç burkan anılar, gazete okuyan babalarını izleyen çocuklar var ( ben de babamın gazetedeki bir yazıyı bitirmek üzere olduğunu, yazının sonunu mırıldanarak okumasından anlardım!) Özellikle Radikal Kitap'tan Burcu Aktaş'ın da kitapla ilgili yazdığı yazıda değindiği Müsvedde isimli öykü, defalarca izlediğim bir Türk Filmi'nden, gizemli ve hüzünlü (ama mutlaka siyah-beyaz) bir sahneymiş gibi aklımda şimdi.

Ve tabii, baba-oğul-zaman eksenli bir blogu yürütmeye çalışan biri olarak Piknik Havası'nı özellikle sevdim. Bazen okuduğum şeyleri Aras'a da anlatıyorum, bir masalı anlatır gibi (Sunay Akın'ın Kar Altında Zürafa'sı, örneğin). İlerde, öykü yaşına gelince, kitaplar arasındaki seyahatlerinde belki benim ona sözel olarak aktardığım bu hikayelere rastgelir de bu konuşmalarımızı hatırlar diye. Konuşan bulutlar oyunu muhtemelen bizim de gözde oyunlarımızdan biri olacak.

İlginçtir, Kediler Güzel Uyanır  bende de böyle yazılar yazma isteği uyandırdı. Aslında ilginç değil, tam  da olması gereken bir şey bu. Şimdi, ben de,geçen gün ben vitrini incelerken, kendisine çorba getiren çocuğu fırçalayan ihtiyar saatçiyle ilgili, mandalinanın kış mevsimiyle olan uyumu üzerine ve pazaryerinde narlara bakıp 'çok güzel görünüyorlar' diyen çok güzel kadını anlatan kısa yazılar yazmak istiyorum. Hayatta sadece büyük sevdaların ve eski pişmanlıkların değil, küçük an'ların ve sıradan görünen zaman parçalarının  da  bir anlatıya dönüşebileceğine, yazıyla çarpıcı bir şekilde başkalarına aktarılabileceğine bir kez daha ikna oluyorum. Ben, Kediler Güzel Uyanır'ı okur, bu kez tereddüd etmeden beğenir ve tüm bunları düşünürken etrafımda şunlar oluyor: Birkaç delikanlı taklalar atarak şarkı söylüyor, bazı adamlar eski anayasayı, başka bazı adamlar yeni 'şikeyasayı' benzer bir hararetle tartışıyor. Arada İffet'i bile görüyorum. Evet, -tesadüf müdür bilmem- hayatımın bir 'Cumartesi' gecesini de işte bu şekilde yaşıyorum.

* İzlesene.com'da bir video

17 Kasım 2011 Perşembe

HATIRALARIM YOK OLURSA...

Bir Kore filmi izledim geçenlerde. Daha doğrusu hayatımda ilk kez bir Kore filmi izledim. Hatta filmi bitirip IMDB'de  hakkındaki bilgileri inceleyene kadar  onu bir Japon filmi zannediyordum. Adı  A Moment to Remember.   Unutulmayacak Bir An , şeklinde çevirebiliriz Türkçe'ye. Genç yaşta Alzheimer'a yakalanan bir kızın ve onu seven adamın hikayesi. Hikaye iç burkucu, ama o uzakdoğululara özgü sevimlilik, zaman zaman bakışlarına yansıyan şaşkınlık ifadeleri,  konuşmalarındaki aksi tepkiler, dillerindeki kararsız melodi  (İngilizce'den başka dillerde de filmler varmış!)  filmi tuhaf bir şeklide komik de kılıyor.  Ama sonlara doğru öykü dokunaklı bir hal alıyor. Filmin 'esas kızı' Su-jin varlıklı bir ailenin kızıdır. Bir gün babasının inşaat firmasında çalışan bir marangoza aşık olur (biraz tanıdık mı ne?)  Çok hoş müzikler eşliğinde ilişkileri gelişir (filmimiz Korece, şarkılarımız İspanyolca!) ve evlenirler. Gün gelir Su-jin'e  çok ender görülen bir Alzhemier türü teşhisi konulur. Bir süre sonra Su-jin parça parça geçmişini unuturken eşi buna çaresizlik içinde tanık olur. Bir yerde Su-jin ona sevgiyle bakıp 'Seni seviyorum, Young-min' der. Bu, kocası için çok acı bir andır, çünkü Young-min aslında kızın eski sevgilisinin adıdır. Ertesi gün Chul-soo, yani filmin 'esas oğlanı', doktorla dertleşirken yakınır: Bana baktı ama onun adını söyledi, der  ve sorar Peki gerçekte kimi seviyor?  

Unutmak ve Hatırlamak. Milan Kundera'nın Yavaşlık adlı uzun zamandır merak ettiğim romanını geçenlerde okudum. Gördüm ki kitapta merak etmemi gerektiren fazla bir şey yokmuş. Fakat anlatıcının yavaşlık ile hatırlama ve hız ile unutma arasında olduğunu iddia ettiği  ilişkiyi anlattığı satırlar çarpıcı. Buna göre, kişi bir şeyi hatırlamak istediğinde yürüyüşünü yavaşlatırmış, ve aksine, unutmak istediği bir şey varsa kafasında, farkında olmadan adımlarını hızlandırırmış.

Bu ilginç tespiti şimdi 'yavaşça' düşünmek istiyorum: Bir şeyi  unutmak istediğimizde adımlarımızı hızlandırmak. Hımm, şimdi buyrun dışarıya, penceremizden görünen  sokağa bir de bu gözle bakalım ve şu iki resmi aralarındaki diğer farklara takılmadan inceleyelim: Önce şuraya, geçen gün yolda yürüken arkamdan telefonda konuşarak gelen ve tam altı kez 'hadi kapatıyorum!' dedikten sonra cep telefonunu öfkeyle çantasına atıp yanımdan hızlı hızlı geçen genç kızın resmini koyalım. Gerçekten de hızın, hem fiziksel hem de psikolojik olarak bizi bir şeylerden uzaklaştırdığı doğru olabilir. Öte yandan, hatırlamak da yavaşlamakla doğru orantılıysa eğer, buraya da geçen gün Kentpark'ta Aras'la üşüyerek dolaşırken gördüğümüz dalgın dalgın yürüyen o saçı sakal karışmış adamın resmini koyalım. O adam o gün o parkta kaçıncı turunu atmaktaydı ve bu şekilde ne kadar anıyı geri çağırmıştı?

'Bizimkız' Su-jin için olay iki defa zor: O, hem unutmakta olduğunu biliyor, hem de bu durumun çok yavaş gerçekleştiğinin farkında. 'Kafamın içinde bir silgi var ve herşeyi siliyor', diyor. Hastalığı belli bir evreye ulaşınca artık hareketleri ve hatta bakışları bile yavaştır Su-Jin'in. Acı içindedir. Sanki onun için kaçınılmaz olan bu unutma 'eylemini' hızlandırmak istemektedir. En yakındakilerin en çok etkilendiğini görür çünkü. Alzheimer önce en son anıları silermiş. Anladım ki hastalara, 'İstediğiniz anıdan başlayabilirsiniz' denemezmiş.

Filmde affetmek, hatıralar, ve insanın dokusu üzerine çok güzel diyaloglar var. 'Hatıralarım yok olursa ruhum da yok olur', diyor Su-jin bir yerde. Bu sözün ilişkiler için olduğu kadar kurumlar ve toplumlar için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Okulunuzda bir ders, diyelim ki,  bir önceki dersi veya daha önceki derslerden  bir şeyleri 'anmıyorsa'  etkili olamaz. Bir dersin ruhu o derste anlatılarla, o derse kadar anlatılan tüm 'şey'lerden oluşur. Aynı şekilde, bir toplumun ruhu en uzak geçmişteki anıları da içinde barındırır, barındırmalıdır.

Hız, yavaşlık, hatırlamak ve bir ruha sahip olmak gibi soyut kavramlarla  ilgili bu yazıyı da, günümüzde hız kavramıyla fazlasıyla özdeşleşen otomobil dünyasınının bir üyesinin, Alfa Romeo'nun yakın zamanlara kadar televizyonlarda gördüğümüz Uma Thurman'lı reklamının çarpıcı sloganıyla bitirelim: Ruhumuz olmadan sadece birer makineyiz!

22 Eylül 2011 Perşembe

ARAS'LA BERBERDE- elmanın içi'nin hikayesi





                                                                                            
13:05
İlki kabus gibiydi. Aras 21 aylık olduğunda ve saçları babasının çocukluğundaki gibi kıvır kıvır bir kıvama ulaştığında onu berbere götürdüm.     Yaz gelmek  üzereydi ve  Aras,       önceden annesiyle kararlaştırdığımız üzere,    güneşli günleri sıfıra vurulmuş bir   kafayla    karşılayacaktı.

Aslında berber dükkanına girene kadar bir sorun yoktu. Fakat bizimki, içeri girer girmez, dünyayla ilgili sahip olduğu tüm bilgilerle bu dükkandaki ortamı zihninde çabucak karşılaştırmış olacak ki suratı derhal asıldı. Normalde çocuklar farklı yerlerde olmaya bayılır. Fakat bu ‘farklı’ yerde, yemek yemek için sıra sıra dizilmiş masalar ve jeton atınca seni bir oraya bir buraya savuran arabalar göremeyince Aras’ın canı fena halde sıkıldı.  Aslında az sonra 'bir oraya bir buraya savrulma olayı' gerçekleşecekti, fakat Aras bunu, bu kez aynanın karşısında, babasının kucağında ve rjjj rjjj diye çalışan  bir traş makinasının altında tecrübe edecekti.

‘İşlem’ belki bir saat sürdü. Aras sürekli çığlıklar atarak ağladı. Bu bir saat boyunca bir çocuğun saçını kestirmenin daha insancıl bir biçimi olup olmadığını sürekli kendime sordum. Uzun süredir hava almayan kafa derisinde bir sürü konak çıkmıştı.(Bu kelimeyi de o gün öğrendim.) O gün zorlu bir mücadeleyle Aras’ın saçlarını kazıttık. ‘Berber Mesut Abi’ , ona zarar vermeden saçlarını kesmeye çalışırken, Aras bana epey ter döktürdü. Gerçekten de oradan oraya savrulduk. Bizi uzaktan görenler, biri yaşlı biri genç iki adamın güreş sporunu bir koltukta oturmuş bir şekilde icra etmeye çalıştığını düşünebilirdi. Arada birkaç yumruk yediğimi, omuzlarımım acımasızca tırmalandığını ve çeneme de bir kafa darbesi aldığımı eklemeliyim. Aras’ın, beyaz kabak kısımları giderek çoğalan kafası bir an bir omzuma yapışmış oluyordu, az sonra ensesini öbür tarafta, koltuğumun altında görüyordum. Çok terlemiştim.  Sonuçta ortaya şöyle bir şey çıktı: 

14.05

İkinci kışın sonunda ikinci kez kış saçlarını atmak için berbere gittiğimizde Aras artık tecrübeliydi. Bu, bu sefer hiçbir şeyden çekinmiyordu, demek değil tabii ki. Daha bilinçliydi, berberle seçimlerden ve Spor Toto Süper Ligden bahsedecek kadar olmasa da konuşuyordu, ve en önemlisi,  buraya traş olmak için geldiğini biliyordu. Gene de çocuklar için berberlerin dolaplarında tuttuğu tahta oturağa oturduğunda bu durum hiç hoşuna gitmedi. Aynadaki yüzüne baktım. Teşbihte hata olmazmış, bayram sabahı kurbanlık bir koyunun yüz ifadesini bilgisayarda falan tanımlayabilseydik, herhalde bu ifade, Aras’ın o an aynada gördüğüm suratındakinden çok da farklı olmazdı, diye düşünüyorum.

Baştaki bir iki 'içli' hıçkırığı saymazsak Aras bu berber ziyaretinde ağlamadı. Bir ara elini tuttum. Daha çok, iki adım geride dikilip onu aynadan izledim. Olaya o kadar uyum sağlamıştı ki yanları kesilip kafasının hemen tepesinde bir tutam saçla kalakaldığında aynada sırıtan suratına bakıp 'çok komik oldum' bile dedi.


15:05
 
 
16:05

Sonra  sıra bana geldi. Aras, arkadaki sandalyelerden birinde elinde huzurlu bir traşın ödülü olan lolipopuyla oturur ve gevezelik edip dururken ben geçtim berber koltuğuna.  Arada ona baktım.   Bazen dışarıdaki arabalara, bazen duvardaki televizyonda dönen kliplere bakıyor  ve  sürekli konuşuyordu.  Acaba bu, aynada komik ve hesapsız  hareketlerini seyrettiğim çocuk aslında ne kadar  benim çocukluğumdu?  Ona bakarken aslında ne kadar kendimi görüyordum? Düşündüm:  Babam da ben küçükken, diyelim üç yaşındayken, berbere gittiğimizde, beni aynadan böyle izlemiş miydi? 

İki kişi arasındaki sevgiyi ifade etmenin milyonlarca yolu olmalı.  Bu ifadelerin en özgün yaratıcıları arasında şairlerle birlikte çocukları da saymak yanlış olmaz. Aynada gözgöze geldiğimiz anlardan birinde Aras, nerden çıktığını anlamadığım, fakat  bana hala çok şiirsel gelen o cümleyi söyledi: 'Babacıım, sen elmanın kabıyısın, ben elmanın içiyim, tamam mı?'










2 Eylül 2011 Cuma

VE ANNE, HELEN'A HER ŞEYİN BİR ADI OLDUĞUNU ÖĞRETTİ

Gabriel Garcia Marquez  ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ adlı ünlü romanının başında birkaç asra yayılacak öyküsünü kurarken  ‘...dünya o kadar eskiydi ki henüz her şeyin bir adı yoktu’ der. Bir şeye isim vermek bir bakıma onu var etmek, hadi olmadı, onun varlığını pekiştirmek anlamına geliyor çoğu zaman. Dünyaya gelme’nin bir başka, ikinci biçimi. 

Helen Keller’ın zorlu hayatıyla ilgili bilgileri pek çok İngilizce öğretmeni gibi ben de ilk kez ders kitaplarında gördüm. İngilizce Main Course kitaplarında mucitlerin, rock yıldızlarının veya politikacıların hayat hikâyeleri, kimi zaman okuma parçası kimi zaman da test formatında öğrencilere sunulur. Genelde öğrencilerin dikkatini çekmek ve onlara bilgi vermek için hazırlanan (her ikisini de başardığından şüpheliyim!) bu çalışmalardan birinde Helen Keller’ın bir pedagog olduğunu öğreniyoruz. Onu farklı kılan şey henüz on dokuz aylıkken geçirdiği bir hastalık sonucu görme ve işitme yetilerini kaybetmiş olması. Helen Keller yıllar sonra yazdığı otobiyografisinde hatırlayabildiği kadar ilk dönemlerini de anlatıyor. Karanlık ve sessiz bir dünyada Helen, hırçın ve öfke nöbetleriyle dolu bir çocukluk geçirirken etrafındaki nesnelere sadece dokunuyor, onların bir 'şey' olduğundan ve hepsinin bir adı olduğundan habersiz. Helen, yedi yaşındayken eve bir öğretmen geliyor: Anne Sullivan. Uzun yıllar engelli çocuklara hizmet eden bir enstitüde çalışan Anne’in kendisi de yarı görme engelli.  Anne, bir gün Helen’ın avucunu alıp suyun altına tutuyor (bu hikayeyi eski öğrencilerimiz hatırlayacaklardır). Musluktan akan su Helen’in avucundan kayıp giderken, Anne bu avucun içine parmağıyla ‘w’  harfini yazıyor. Birkaç tekrarla ‘water’ kelimesi tamamlanıyor. Helen böylece o an tenine temas eden ‘şey’in bir ismi olduğunu öğreniyor. Bu onun için zihinsel bir devrim. Öğretmeninin yapmaya çalıştığı ‘deney’i anladığını göstermek için Helen coşkuyla kendini yere atıyor ve topraga hızlı hızlı ve sertçe vurarak ‘bunun adını da söyle’ demek istiyor. Sonra sıra ev ve bahçedeki diğer nesnelere geliyor. Anne Sullivan’ın bu çabasındaki sabrı, sakinliği, deyim yerindeyse ‘işçiliği’ severim ve başlığa aldığımız cümleyi, her yıl başarı, ün ve kararlılık gibi konuları konuştuğumuz bir derste Helen’in hikayesini anlatırken mutlaka tekrarlarım: Anne taught Helen that every object had a name. 

Bu, zor şartlarda bile olsa insanın neler başarabileceğini gösteren iyi bir örnektir. Helen, hocası Anne Sullivan sayesinde zamanla okumayı söküyor (Braille alfabesi). Üniversiteye giriyor, seminerler veriyor, çeşitli okullardan fahri doktora ünvanı alıyor, kitaplar yazıyor ve durumu kendisi gibi olan insanlara destek olmak için dünya turuna çıkıyor. Gene de, çocuk Helen kısmı hep daha ilginç ve esrarlı. Bu aralar okuduğum bir kitaba göre bilindik çocuk merakı Helen’de iki yönlü ilerlemiş.  ‘Bu şeyin adı ne?  ve ‘Bu adın şeyi ne?’

Nicholas Cage’in -bazı eleştirmenlerce pek de beğenilmeyen filmi- 8mm’de, dedektif uzun araştırmalar sonucu katili bulduğunda, ona cinayeti neden işlediğini sorar. ‘Ne olacak der?’, asıl mesleğini filmi henüz izlememiş olanları düşünerek buraya yazmadığımız soğukkanlı katil: ‘Binlerce kızdan biri işte… herhangi biriydi o.’  Bu cevap üzerine öfkelenen dedektif, yedi yıl önce kaybolmuş ve bir cinayete kurban gittiği daha yeni anlaşılmış kızın annesini düşünerek, ‘Onun bir adı vardı’ der, ‘Marry Anne Mathews… sen onu öldürdün!'     

İlgilenenler için, Helen Keller’in yaşam öyküsünün 1962’de filme çekildiğini de hatırlatalım (Miracle Worker).  Bu arada, Helen’ın öğretmeninin tam adı Anne Mansfield Sullivan’dır. 





16 Ağustos 2011 Salı

GÖL, YOL, TEPE, IŞIK, GECE

Vladimir Nabokov, otobiyografisinin (Konuş, Hafıza) başında çocukluğunu anlattığı ve varoluşunu ilk kez idrak ettiği o sihirli anı tarif ettiği satırların arasında sık sık ‘zaman’ üzerine düşünüyor. Kitabın bir yerinde -başka eserlerinde de üzerine bu kadar düşündüğü ve üstüne böylesine düştüğü- zaman kavramını tanımlarken onu insana eklemliyor:    ‘… denize girenlerin parıldayan suyu paylaşması gibi…’   Öyle görünüyor ki, edebiyatçıları da fizikçileri de düşündürmüş bu ‘zaman meselesi’.  Hiçbir şeyden emin olmasak da şu söylenebilir: An itibariyle, dünyanın öbür ucundaki insanlarla en belirgin ortak noktamız, kuşkusuz, aynı zamanı paylaşmamız. Hepimizin teni aynı suya temas ediyor. Fakat işte biz ölünce zaman ölmüyor, sonra ne oluyor?

Sapanca’da, yüksekçe bir yerde bir evin terasındayım. Dünya ve hayat ayaklarımın altına serilmiş. Aşağıda birbirine sıkıca sarılmış ağaçların rengi geceleyin karaya dönmüş. Küçük köy camilerinin beyaz minarelerine vuran ay ışığı etrafı parça parça aydınlatırken, birkaç yüz metre ötedeki modern otoyoldan onlarca araba, hayatın daha hızlı aktığı büyük şehre doğru yol alıyor. Bu araçlar -bir teoriye göre aslında döngüsel olan- Zaman’ın içine çizilmiş düz bir çizgiyi takip ediyor gibiler ve gözlerime dolan görüntüyü ortadan ikiye bölüyorlar.  Az ötede demiryolu var; belli saatlerde ışıklı odalar, sessiz böcekler gibi ağaçların içinde bir görünüp bir kaybolarak yolcularını taşıyor. İnsan, bütün dünya bilgisine rağmen, bazen bir çocuk gibi şaşırmaktan kendini alamaz: Bu kadar insan nereden gelip, nereye gidiyor?

Daha bitmedi. Ormanın ve yolun ötesinde, ikisinden de güçlü, tüm resmi belirleyen karanlık bir görüntü var. Orada Sapanca Gölü, karşıdaki tepelerin eteklerine kadar görkemli bir sessizlikle uzanıyor. Suyun diğer yanında, titreyen ışıklarıyla zamana göz kırpar gibi yapan irili ufaklı köyler, yerleşim yerleri var. Göl, biraz o tepelerdeki ev ve okul kampüslerinin ışıklarını, biraz da ay ışığı parçalarını ödünç almış, üstüne yakıştırmış. Otoyoldaki ve demiryolundaki araçların oluşturduğu hareket duygusundan gölün üstünde eser olmasa da, karşı kıyıdaki binlerce minik ışık, binlerce küçük insanın ertesi gün için şimdiden hazırlık yapmakta olduğu hissini uyandırıyor.      
                                    
Sapanca’da,  yüksekçe bir yerde bir evin terasındayım. Tek bir an’a sanki tüm zamanı sıkıştıran bir kesit görüyorum önümde. 'Aynı sessiz geceye' ve aynı karanlık göle bakan insanlar da, muhtemelen, Nabokov’un denize giren adamları gibi, o an aynı nefesi soluyorlar. Aynı hissi paylaşıyoruz. Zamanın içinde olma hissi. Var olma hissi.   
       

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...