31 Mayıs 2012 Perşembe

Bir Zeki Demirkubuz Filmi ve Yeraltından Notlar'ı Okumak Üzerine Bazı Notlar

Yeraltından Notlar'ı uzun yıllar önce okumaya çalışmış, becerememiştim. Bir iki yıl önce Zeki Demirkubuz'un Ankara sokaklarında Dostoyevski'nin bu ünlü romanını günümüz Türkiyesine uyarladığı bir film çekmeye başladığını duyunca kitabı yine bir umut elime aldım. Bu sefer büyümüştüm ve artık en klasiğinden tüm kitapları su gibi okuyabilirdim! Nafile! Ertesi gün kitabı  raftaki yerine geri koyduğumda sadece ilk dört bölümünü okuyabilmiştim ve durumum, Woody Allen'in 'Olay Rusya'da geçiyor' esprisinden de kötüydü. Çünkü görebildiğim kadarıyla bu yerin altında herhangi bir olay geçmiyordu! Filmin çıkmasına yakın tarihlerde kitabı elinden düşürmeyen ve arada altını çizdiği yerleri bizimle paylaşmayı ihmal etmeyen Lütfiye, belki önce ikinci bölümü okursam konunun içine daha iyi girebileceğimi söyledi. İlk başta bunun bir faydasının olacağından emin olamadım ama gene de Lütfiye'nin tavsiyesine uydum. Sonuç: İkinci bölümü önce okuyunca ilk kısımlar da anlamlandı ve böylece sevdiğim kitaplara bir yenisi daha eklenmiş oldu.

Bence güçlü bir kitap siz başka işler yaparken de (kırmızı ışıkta beklerken, pazarda alışveriş yaparken, veya komşunuzla apartmanın sorunlarını konuşurken) karakterlerini veya hikayesini size düşündüren kitaptır. Edebiyatın en önemli özelliği, yine bence, başkalarının acısını ve sevincini -ama daha çok acısını- içimizde duyurmasıdır. Bu aynı zamanda insanın kendini tanımasının da bir yoludur. Zeki Demirkubuz'un  bir röportajında 'Her cümlesinden bir film olur' dediği ve yıllardır sinemaya aktarmak istediği Yeraltından Notlar'da yalnız, dışlanmıştan çok dünyayı dışlamış görünen ve kayıtsız bir acıyla yaşayan bir karakterin hikayesini okuruz. Demirkubuz işte bu acının filmini çekmiş. Atari salonunda Adu Cat oynayan adamı vur,vur! diye tempo tutarak seyreden ve gidip gidip camdan şehrin karanlığına bakan, sonra çaresizçe tekrar makinenin başına dönen Muharrem kendine nasıl bir hayat arıyor! Engin Günaydın çok başarılı ve onun yerine herhalde başkası olmazdı, dedirtiyor. Başlardaki dolmuşta geçen müzikal sahne sizi filmin içine alıveriyor. Aynı zamanda filmin senaristi olan yönetmen, kitabın en etkili yerlerinden olan yemek sahnesine de özel önem vermiş ve oraya aynı oranda sahici konuşmalar koymuş. Ne var ki bu serbest uyarlamada Demirkubuz, kitaptaki 'Öfke bile duyamıyorum!' diyen kahramanın yerine / karşısına, mesela komşusuna kızdığında  -ayakları çok yere basmasa da- bir cinayet planı yapabilen birini koymayı tercih etmiş.  

Dostoyevski'nin kahramanı 'Düşüncelerle herşeyi açıklamak ne mümkün' der; biz de filmi izlerken Muharrem'i düşüncelerimizle değil hislerimizle anlarız. Kitapta kahramanımız hergün köprü üstünde bir subayla karşılaşır.  Üstüne üstüne yürüdüğü için her defasında yol verdiği bu kibirli subayın kendi üzerinde atomize bir iktidar kurduğunu düşünen kahraman ona kafayı takar. Ve karar verir : İntikamı, günler öncesinden planlar yapıp bir sonraki karşılaşmalarında subayı  görünce ne olursa olsun yana kaymamak ve onu yol vermeye zorlamak şeklinde olacaktır! Sadece güçlü politik iktidarlara değil bu tip atomize iktidar kurma çabalarına her Allah'ın günü (kırmızı ışıkta beklerken, pazarda alışveriş yaparken, komşusuyla apartmanının sorunlarını konuşurken) muhatap olan günümüz insanı da çareyi başkalarına da aynı şekilde davranmakta bulmakta değil midir?

Kendi payıma, kitapta bence en üstüne düşülesi argüman olan  'Kolay elde edilmiş mutluluk mu, yoksa insanı yücelten acı mı daha iyidir' sorusunun filmde daha çok işlenmesini isterdim. Bu sorunun cevabından çok insana bu soruyu sorduran koşullar üstünde duran bir film bize çok şey anlatabilir. Belki de Demirkubuz'un dediği gibi kitabın bu cümlesi / sorusu tamamen başka bir filme 'gider.' 

Benim asıl Demirkubuz filmim Kader'dir. Onu Masumiyet'ten de çok severim. Orada Bekir'in hastalıklı aşkı acı ve yakıcıdır. Vildan Atasever'in oynadığı Uğur karakteri filme havalı ve yüksekten başlar. Bu karakterin film boyunca yaşadığı 'düşüş' çok sıkı bir sinema becerisidir. Bekir'in bir sabah otobüste boynunda Beşiktaş atkısıyla uyanması ve muavinin 'Abi Kars'a geldik' demesi üzerine şaşkın şaşkın etrafa bakınması, günümüz gençlerinin deyimiyle, on numaradır. Eğer Demirkubuz sinemasıyla henüz tanışmadıysanız, bu yazıda adı geçen filmleri, yazıda adlarının geçtiği sırayı  tersten izleyerek izleyin, derim. Eğer Hollywood' un dayattığı klişelerden sıkıldıysanız bu filmleri seveceksiniz.    

Bu yazının sonuna da bir şiir yerine bir soru / çağrı koyalım 'uyarına gelirse':  Zeki Bey, sizce bir film de Masumiyet'in tam bittiği yerde, Yusuf' ve Çilem'in sonraki hikayesinde saklı olamaz mı? Ne de olsa, dış dünyaya uyum sağlayamayacağı için kalan ömrüne hapiste devam etmek isteyen Yusuf da bir Yeraltı karakteri sayılamaz mı?   




6 Mayıs 2012 Pazar

BÜYÜKADA’DA ZAMAN

Tezer Özlü, Kafka ve Pavese gibi kendisini etkileyen iki yazarın izini Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde sürerken hissettiklerini Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta anlatır. Yazar gezi boyunca bu iki önemli edebiyatçının geçtiği yollardan geçer, onların kaldığı otellerde kalır. Tahmin edileceği ve bir edebiyatçıdan tam da bekleneceği gibi, kitaba ismini veren yolculuk aslında bir şehre, bir yere olmaktan çok anlatıcının içine ve kendi duygu dünyasına doğru yapılan bir yolculuktur. Tezer Özlü bu geziler esnasındaki acısını kâğıda dökerken genellikle şimdiki zaman kipini kullanır ve okuyucuyu da kendi hızına ve yavaşlığına ortak eder. Ben de şimdi bu yazıda birkaç hafta önce yaptığımız Büyükada gezisinden hoşuma giden birkaç saati, vitesi şimdiki zamana takarak, yeniden düşüneceğim:

'Mutluluk' adında bir kısa film. Ada’ya ayak bastığımızda küçük çapta bir şok yaşıyoruz. İnsanın çoğu zaman seyahate ‘kalabalığa karışmak’ için çıktığını biliyorum, ama yok, bu kadarı benim için fazla! Sahilde vapurdan yeni inenlerle birlikte adadaki kalabalık Bodrum barlar sokağındaki bir gecedekinden farksız. Ertesi gün Mehveş Evin’in bir tweet’inden onun da aynı vapurlarda olduğunu öğreniyorum: ‘Bir daha bayramda Ada vapuruna binen mimoza olsun’, diyor. Bu benim Büyükada’ya ilk gelişim, kalabalıktan dolayı şaşkınım ama memnunum. Otele eşyamızı koyduktan sonra dönüyoruz, şöyle bir keşif niyetine yürüyoruz iç kısımlara doğru. Dondurma alıp insanların arasına karışıyoruz. Aras bir an duraklıyor, çikolatalı çilekli dondurmasını daha rahat yemek için bir kaldırıma çöküveriyor. Biz de başında bekliyoruz. O an Nilay aklında oluşan bir kısa film senaryosunu kısaca anlatıyor. Bu kısa filmde kamera önce biraz yukarıdan, bu kalabalığın üstünde dolaşıyor, şakalaşan adamların ve kafalarında adanın simgesi olduğunu düşündüğüm yapma çiçeklerle (mimoza?) bezeli şirin taçlar taşıyan genç kızların yüzlerinden geçiyor. Sonra, kaldırımda oturmuş üç dört yaşlarında bir çocuğu fark edip hızlı bir hareketle geri dönüyor kameramız ve dondurmasını adeta bir görev bilinciyle ve neredeyse yüzünün yarısına bulaştırarak yiyen bu kıvırcık saçlı ufaklıkta bir süre bekliyor. Yoldan geçenlerin çocuğa bakıp güldüklerini görüyoruz.      

Tırtıl Tozları: Bizi dolaştıran faytoncu İranlı turistleri sevmiyor. ‘Bizim ölümüz bunların dirisinden iyi diyor bana’; ne demek istediğini anlamaya çalışıyorum. Onlardan ücreti peşin almayı yeğliyor. Aras en çok da bu fayton turundan hoşlanıyor. Ama o ve annesi, tur bitince vücutlarında havadaki tırtıl tozlarından dolayı olduğu söylenen amansız bir kaşıntının başlayacağını ve az sonra soluğu eczanede alacağımızı henüz bilmiyorlar! Eczacı bu duruma alışık; bize gerekli açıklamaları yapıyor. Az sonra yemek yerken bir çocuk beliriyor masamızda, ailesiyle bir masanın boşalmasını bekliyor. ‘Buraya Türkler mi gelir yabancılar mı en çok? diye soruyor bana. Kırk yıllık Adalı gibi cevap veriyorum: Genelde Türkler gelir ama bu yıl çok sayıda İranlı var.

Gecede Yalnız: ‘Kalkalım artık üşüdük’ diyor, Nilay. ‘Gene çıkarız olmazsa.’ ‘Sadece iki çay içtim’ diyorum. Otele dönünce inmek istemiyorlar tekrar. Ben çıkıyorum ve Ada’nın gecesine doğru yavaşça ilerliyorum. Ertesi sabah fotoğraf çekebileceğim sokaklara bakıyorum. Taraklı’ ya gittiğimizde ‘kendi şehrimde turist gibi hissetmek’ diye düşünmüştüm, burada da kendi ülkemde başka bir ülkeye gelmiş gibiyim. Sokağın başından yukarı doğru ağır ağır çıkan bir aile görüyorum. Dokuz on yaşlarındaki çocukları onlardan birkaç adım geride bir binanın önünde durmuş, kapının üstündeki yazıyı okumaya çalışıyor loş ışıkta. ‘…Ermeni Kilisesi’ diye okuyor yüksek sesle. Annesi de ‘Tamam, Ermeni olduğunu anladık gerisi önemli değil’ diyor. Kadının ne demek istemiş olabileceğini anlamaya çalışıyorum. Binaların arasından sahili görüyorum, vapurlar ışıklanmış. Henüz çarşıya gelmemişken telefonum çalıyor; çikolata ve cips sipariş ediliyor. İlk önüme çıkan marketten söylenenleri alıp götürüyorum. Alışverişimi yaparken gözüme tezgâhın üstünde içinde ince ve davetkâr purolar olan bir kutu görüyorum. Ve o an üçüncü çayımı nerde içsem diye düşünmeye başlıyorum.

Akşam olunca Adadaki kalabalık katlanılabilir hale geliyor. Fayton gezisinden sonra Nilay’la Aras’ın sürekli kaşındıkları için çaya doymadan kalktığımız çay bahçesine gidiyorum tekrar. Burada gece vakti kalabalığın içinde yalnız kalabiliyorsunuz ve şimdi vapurlar ışıklı halleriyle daha görkemli görünüyorlar. Çayımı bitirince sahil boyunca biraz dolaşmaya karar veriyorum. Sağlı sollu restoranların arasından geçerek yavaşça yürüyorum. Masalar, balık ve rakı keyfi yapan ve mutlu -görünen- insanlarla dolu. Bu tip yerlere bazı insanların para harcamak, bazı insanların da para kazanmak için geldiğini yeniden düşünüyorum. Lokantaların bittiği ve müzik seslerinin azaldığı yerde karanlık kumlar ve kayalıklar başlıyor. Buralarda çiftler var, kayalıklara oturmuş ‘aynı sessiz geceye doğru’ bakıyorlar. Denizi ve şehrin ışıklı siluetini seyrediyorlar. İstanbul, buradan bu saatte bakınca hiç de karmaşık ve gürültülü bir şehir gibi gelmiyor insana.  

Ve Gecenin Sürprizi: Zaman ilerliyor ve canım bir şeyler yemek istiyor. Bir üst sokakta ne yiyebileceğimi düşünerek dolaşıyorum, sonra bir yere çöküyorum. Az sonra önümden Hasan Bülent Kahraman geçiyor. Bir an şaşırıyorum. Onu Büyükada’da görmeyi beklemiyordum, diyorum kendime. Sonra bu düşünceme gülüyorum. Elbette benim Hasan Bülent Kahraman'ı, o Londra’da bir sergi açılışında notlar alırken veya bir New York uçağında adını hiç duymadığım bir dergiye yazısını yetiştirmek için bilgisayarında harıl harıl çalışırken görecek halim yok! Yanındaki bayanla caddede birkaç kez gidip geliyorlar. İkinci geçişlerinde sesini de duyuyorum ve emin oluyorum. Bir kafeye girene kadar arkalarından bir ‘celebrity’ye bakar gibi bakıyorum. Az sonra yavaş adımlarla otele dönüyorum, geceyi sadece yaşamadım, içime çektim onu ve bundan ziyadesiyle memnunum. Sokaklar daha da boşalmış. Eski evlerin, asırlık kiliselerin, bir zamanların görkemli köşkleri olan metruk yapıların ve şimdi sağlık ocağı olarak kullanılan eski bir ahşap konağın önünden geçiyorum. İlber Ortaylı ile yapılan nehir söyleşi kitabının adı geliyor aklıma: Zaman Kaybolmaz. Bu söz sanki Büyükada’da daha çok doğru, diye düşünüyorum.

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...