19 Eylül 2012 Çarşamba

DENİZLİ'YE VARDIĞIMDA İSTANBUL'A...


Ramazan Bayramından birkaç gün önce Adapazarı ile Denizli arasında altı saat kadar süren bir yolculuk yaptım. Bu iki şehir arasındaki yolculuğum esnasında, bir tas çorba için durduğum Afyon’un yanı sıra, sırasıyla, Buenos Aires, Londra, Paris, Budapeşte, Lizbon ve Roma şehirlerini de şöyle bir gezdim dolaştım. Böylece pek çok şey öğrendim ve o kadar çok yeni ses dinledim ki yolculuğumun sonuna, yolumun ucuna hemen gelmişim gibi oldu. Buenos Aires’te harika tango ezgileri ve Eva Peron eşlik etti bana; ‘çocukluğumum krizi’ Falkland Savaşını hatırladım ve şehrin isminin kelime anlamını (güzel havalar) öğrendim. Lizbon’da fado müziğinin kaynağı, gelişimi ve bu kez onun kelime anlamı (kader, fate) üzerine anlatılanları dinledim. Portekiz’in dünyaya kazandırdığı denizciler de oradaydı: Bunlar, hepsi değişik ilklere imza atan önemli kaşifler: Ferdinand Magellan, Kristof Kolomb, Vasco De Gama, Bartolomeu Diaz ve Pedro Alvarez Cabral (böyle sayınca bir başka Portekiz çetesi gibi duruyorlar, değil mi?) Sonra efendim, Londra’da içinden yağmur ve sis geçen şarkılar dinledim. Paris’te Edith Piaf, bohemyanizm, ve tabii ki Eiffel Kulesi vardı. Budapeşte’de ise Mohaç Savaşı, Macar Gulaşı ve nefis Macar şarkıları…    

Tüm bunlar NTV radyoda cumartesi günleri yayınlanan Laterna programı sayesinde oldu. Laterna, profesyonel rehber Özge Ersu’nun ‘gidemediğiniz coğrafyalara ruhunuzu götüren program’ sloganıyla ve titizlikle hazırladığı bir gezi ve müzik programı. Yola çıkmadan bir gece önce internetten programın linklerini buldum ve on bölümü (on şehir demek bu) MP3’üme yükledim. Ertesi gün lastiklerin havasını kontrol ettirdikten sonra gaza ve play tuşuna bastım. 25 yıldır gezdiğini ve insanları gezdirdiğini belirten Özge Ersu programını biraz tarih, azıcık şiir, hoş anekdotlar ve harika şarkılarla donatıyor. Bu hoş programı bir yolculukta dinlerseniz eğer, gideceğiniz yer  ‘ırak iken yakın’ oluveriyor.

Yine internetten edindiğimiz bilgilere göre, Laterna kolu çevrildiğinde daha önce programladığınız şarkıları sırayla çalan bir tür org, bir sokak çalgısı. Yüzyılın başında eğlendirmiş insanları Laterna, o günün kapalı dünyasında onların ruhunu ‘gidemedikleri coğrafyalara’ götürmüş. Ama işte, 1940’larda gramofonun gelişiyle, o gitmiş.

O gün Laterna programının benim yolumu oldukça kısalttığını söyleyebilirim. Denizli’ye vardığımda İstanbul’a gelmiştim. İftara bir saat vardı ve şehir, bir saat sonraki sessizliğine kadar sürecek olan telaşına çoktan kapılmıştı. Eğer yaşadığınız şehre iftar vakti şöyle ‘bir tepeden’ baktıysanız, benzersiz bir sessizliğin birkaç dakika içinde şehri bir uçtan ötekine usul usul geçtiğini gözlerinizle görmüşsünüzdür. Ben Denizli’ye vardığımda, işte bu sessizlik öncesi telaşta, kırmızı ışıkta birbirlerine huysuzca sokulan arabaların arasında beklerken, Laterna mikrofonlarına daha birkaç gün önce hayata veda eden Müşfik Kenter geçmişti. Yolun sonunda Orhan Veli’nin İstanbul Türküsü adlı şiirini üstadın eşsiz sesinden dinledim. Az sonra mahalleye girdim ve 'tekerleklerin ucuna basarak' ilerleyip arabamı evin önüne park ettim. Herkes alt kattaydı , içerde bir gürültüdür gidiyordu. Sesler açık pencereden dışarı taşıyordu. Nefesimi tutarak kapıya yaklaştım. Geldiğimden hiç kimsenin haberi yoktu; beni aslında ertesi gün bekliyorlardı ve o dakika Aras annesiyle ‘ben birisini özledim, bil bakalım kim?’ oyununu oynuyordu!   

11 Eylül 2012 Salı

DÖŞEĞİMDE ÖLÜRKEN


Anse Bundren bir sabah dört oğlu ve bir kızıyla, katırların çektiği bir arabayla Jefferson'a doğru yola çıkar. Bu yolculuğu karısına verdiği sözü yerine getirmek için yapmaktadır, ama şimdiden üç gün geç kalmışlardır. Üstelik bu zorlu yolculuk son zamanların en çetin yağmurlarının yağdığı günlere denk gelmiştir ve onları karşı tarafa geçirecek köprüler, günümüzde Hollywood yönetmenlerinin felaket filmlerinde gösterişli bir şekilde yaptığı gibi, bir bir yıkılmaktadır. Burada ilginç olan, Anse Bundren'ın karısı ve çocuklarının annesi Addie Bundren'ın da bu arabada onlarla birlikte Jefferson'a gitmekte olmasıdır: Bir tabutun içinde!  

Edebiyat uzmanlarının William Faulkner'ın bilinç akışı tekniğiyle yazmış olduğunu söyledikleri Döşeğimde Ölürken yine aynı uzmanların tanımlamasıyla söylersek, metnin okur tarafından yeniden üretildiği türde bir roman. Yani biraz kapalı ve birden fazla okumaya açık. Olaylar 15 kişi tarafından anlatılıyor, hikayenin aşamalarını, örneğin tabutun hazırlanışı (büyük oğlan Cash, annesi daha ölmeden başlamıştır tabutu çakmaya ve çekiç sesleri bizim romana giriş zilimizdir ve diğer karakterler de hikayeye bu zili duyarak dahil olurlar), Jewel ve Darl'ın birkaç dolar kazanmak için gittikleri yerden geç kalmaları, geçtikleri kasabalar, yağan yağmurlar, tabutun nehre düşmesi ve Cash'in ayağının kırılması, Dewey Dell'in karnındaki istemediği bebeği için eczane araması ve sonunda Jefferson'a ulaşmaları hep farklı gözlerden ve dolayısıyla farklı algılardan aktarılıyor. Addie'nin vasiyeti akrabalarının yaşadığı Jefferson'a gömülmektir ve herkes bu amaç için seferber olmuştur. Ama işte, burada da 'herkesin bir derdi var'dır, dolayısıyla öykü bu kadarla kalmaz ve okuyucunun önüne çeşitli yollar açılır. Burada ilginç olan, bir ara aslında yolun sonuna gelmiş olan Addie'nin de sesini duymamızdır; yazar Addie'nin içinde kalanları bize duyurmak için ona da bir bölüm ayırmıştır.

William Faulkner romanı altı haftada yazmış, Murat Belge onu Türkçe'ye çevirdiğinde 18 yaşındaymış, Bundren'ların Jefferson'a yolculukları dokuz gün sürüyor, ben ilk 70 sayfadan sonra başa döndüm, o yolu bir daha yürüdüm, romanı çok beğendim ve sanırım, bu roman kişilerine ara ara yine kulak vereceğim. Hasılı, ben Döşeğimde Ölürken' i severek okudum, başucuma koydum...
    

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...