23 Aralık 2013 Pazartesi

Birimiz Hızla Büyür Diğerimiz Yavaşça Yaşlanırken Oldu Her Şey

Aras bebekti. Sekiz aylık falan. Yanına gidince kendime geliyordum. Birlikte yerlerde yuvarlanıyor, emekliyor, oynuyorduk. Bir gün koltukaltlarından tutup onu havaya kaldırdım. “Ben seni rüyamda görmüştüm, biliyor musun?” dedim, “sen daha doğmadan önce yani”. Doğal olarak ne Rüya’yı anladı Aras bebek ne Gördüm’ü ne de Doğmadan Önce’yi. Öyle gözlerini kırpıştırıp baktı sadece.

İlerleyen zamanlarda bu oyunu- oyun denirse buna- birkaç kez daha tekrar ettim. Tabii şu an hatırlamıyorum, ne zamandı bunlar. Aras belki iki yaşına varmamıştı daha, belki de üç yaşını yeni geçmişti. Belki bir kış günüydü, kar vardı dışarıda ya da ne bileyim belki bir bahçede, yıldızlı bir gökyüzünün altındaydık. Ne zamandı? Bilemem. Birimiz hızla büyür diğerimiz yavaşça yaşlanırken oldu her şey. ‘Rüya’ demiştim ona yine. Ses yok. ‘Sen daha doğmamıştın’. Ses?

Geçenlerde uykudan önce (beş yaşın içindeyiz an itibariyle) iki kısa masal okudum Aras'a. Birini o seçti birini ben. Kitaptaki her masalın başında o masalda işlenilen mesaj belirtilmiş. Onun masalının konusu sabırlı olmaktı, benimkisinin de yardımseverlik. Aras masalları dinledi, dinledi... Okumam bitince ışığı kapatıp yanına uzandım. Koyu karanlıkta bir süre bakıştık. Sonra yine aynı şeyi yaptım: “Ben seni rüyamda gördüm biliyor musun", dedim. "Hem sen daha doğmamıştın.” Bu kez meraklandı: “Nasıl yani?”, dedi. “Bilmem ki” dedim “Görüverdim öyle işte.” “Hayır”, dedi kızgınlıkla, uykusu geliyordu artık: “Ben nasıldım yani, onu soruyorum?”

Karanlığın içinde azıcık gerileyip baktım yüzüne:
“Yani böyle bir şeydi işte…” dedim.  “Beyaz yüzlü, güler yüzlü bir oğlan çocuğu.Işıklı.
Kısa bir an düşündü Aras, “Güzelmiş” dedi.
Başkaca bir şey konuşmadık. Rüya bahsi burada kapandı. Az sonra göz kapaklarının ağırlaştığını gördüm. Karanlık o kadar koyu değildi artık.

   

8 Aralık 2013 Pazar

MEMLEKET VE KİTABEVİ

Necati Mert’in son kitabı Memleket Kitabevi’ni 25 Kasım’da, yani Öğretmenler Günü’nden bir gün sonra aldım. Kitabın başındaki, kabaca ‘70’li yılların ideolojik ortamında öğretmen olmak’ şeklinde adlandırabileceğim bölümleri zevkle -ve biraz da bugünün dünyasıyla karşılaştırarak- okudum. Doğrusu, birinci bölümde anlatılanlar (bir öğretmen yazarın zoraki kitapçıya dönüşmesinin hikayesi) kitabın sonraki bölümleri için de zevkli ve ilginç bir okuma vaat ediyordu.

‘Hikâyem Adapazarı’
Bir söyleşi tadında yazılmış Memleket Kitabevi. Necati Mert, kamuoyunda daha çok yetiştirdiği futbol şöhretleriyle bilinen bir şehrin, Sakarya’nın, kendi deyimiyle uzun süre ‘sükut suikastına’ maruz kalmış edebiyatçısı. Bir hikâyeci. Bilenler bilir, Adapazarı Havuzlu Çarşı’da Gelişim adında bir kitabevi var Necati Mert’in ve 40 yıllık bir esnaf olarak da insana dair pek çok hikâyesi. Mert, kitabevi sahibi ve yazar kimlikleriyle kişisel öyküsünü anlatırken şehrin ve ülkenin tarihine de kayıtlar düşüyor. Şurası net : ‘Kitap’ bir nesne ve imge olarak tam merkezinde olmuş bu hayatın. Bu tarafta bir alım satım meselesi var: Ders kitapları, ansiklopedi satışları, bitmek bilmez yayıncı, toptancı arayışları, dağıtımcılar. Öte taraftaysa, daha derinde, bir yaratma / üretme meselesi duruyor: Öyküler, edebiyat dergileri, Adapazarı üzerine yazılan denemeler.

Kitabı okurken Havuzlu Çarşı’daki kitabevinin müdavimlerinden biri oluyorsunuz siz de. Çaylar ‘orta demlikten’ gelmiş gibi keyiflisiniz. Çok hızlı ve sert geçen yakın tarihin içinde sakince ilerliyorsunuz. 70’lerdeki ‘Öğretmen Hareketi’, Milliyetçi Cephe’li, sonra Özal’lı yıllar, Refah Partisinin yükselişi, deprem ve çadırda geçen günler. Türkiye’yi Adapazarı’ndan okumak, Çark Caddesini, Bulvarı bir de kitap sayfalarında dolaşmak hoş oluyor. 

Pasajımdan İnsan Manzaraları 
Esnaf olup da çeşit çeşit insana denk gelmemek olur mu! Dükkan aynı zamanda bir sohbet, bir fikir alışverişi meydanı. Devamlı gelen dostlar, zamanla değişen müdavimler var. Burada sanat ve edebiyat üzerine konuşulur, siyaset ve askeri vesayet hakkında fikirler serdedilir, sonra eğitim politikaları var, şehrin sanayileşmesi var, 11 Eylül ve 'Ne olacak bu dünyanın hali?' var... Ya müşteriler? Necati Mert esnaflık hayatında her türlüsünü görür. Kitap bu açıdan gayet zengin. Kimi bölümlerde sizi gülümseten huysuz bir mizah da cabası. Kimler yok ki Havuzlu Çarşı’da: Havuzdaki suda önce süpürgesini sonra kirazını yıkayanlar, dantele fotokopi çektirmek isteyenler, kitapçıda varis çorabı arayanlar, kapıda durup silme kitap dolu dükkana bakarak ‘Kitap var mı?’ diye soranlar ve çocuğuna kitap almaya gelip de onun kaçıncı sınıfta olduğunu bilmeyenler.

Yazıyla İşimiz
Bir bölümde geçip giden mesleklere yanıyor Necati Mert. Daha doğrusu oradan buraya yazılı kültür aktarımının hiç olmaması dertlendirir yazarı. Bu bölümde insanımızın yazıyla imtihanını ve kendi kitapçılık mesleğinin geleceğini deşer biraz da. E, e-kitap iyice geliyor gibidir. Yoksa kitapları ve kitapçıları da mı benzer bir son beklemektedir?

               Hay Allah! Yakında temelli gidecek bir işin bizim dükkândaki kırk yıllık hikâyesini anlatmaya kalkmışım heyecanla. Vaz mı geçsem? Gitmiş mesleklerden hikâyeler olsaydı elimizde, Bellini’nin Fatih portresi kadar kıymetli olurdu bugün. Vazgeçmem. Vaktiyle gidenler: Ellerinde havanları ve tokmaklarıyla mualiçler, gür sesli muadiler yani tellallar, kılı kıla katan çulcu esnafı mutaflar, süslü gümüş ustaları savatçılar, semer yapanlar, ayna yapanlar, perdah yapanlar, tabak dediğimiz deri dövücüler… envaitürlü zanaatkar, imalatçı, tamirci ve esnaf uğraşlarının geçici olduğunu görüp mü yazmadılar? Hayır, yazmak yok geleneğimizde. Yazmak, kişinin hele yapıp ettiğini yazması ayıp mı sayılıyor ne? Oysa gidici olduklarını görmüşlerse de yazmalıydılar. Yazsalardı o insanlar -evet- kendilerini fakat aslında memleketlerini anlatmış olurlardı. Memleket anlatılır. Şu kırk yıl içinde memleketin gördüğü her şeyi kitabevim de gördü. Yoksa adını Gelişim değil de Memleket Kitabevi mi koyaydım. (sf 70 / 71)     

Dedik ya, futbolcularımız ünlüdür; ama bu şehrin Sait Faik'in yanı sıra başka değerli edebiyatçıları da vardır. Onlar, yani Necati Mert, Kerim Korcan ve Faik Baysal işte burada, Memleket Kitabevi'ndeler.

Bir başka deyişle size bir kitabevi kadar yakınlar!   






30 Kasım 2013 Cumartesi

OKUMAK, BİR KUYUYA İNMEK...

Thomas Bernhard ve Okumanın Katmanları Üzerine Bir Deneme Denemesi

Dikkatinizi çekmiştir, ‘okumak’ fiilinin şu kullanımı son zamanlarda iyice yaygınlaştı: “İktidar bunu doğru okuyamadı” veya “Efendim, benim okumama göre, şimdi bu gençler…". Bu kullanımı sevmeyenler var, eleştiriyorlar; olabilir, ama sözcükler ferman dinler mi ? Dolaşımı yönlendirme, yeni sözcükleri dile kazandırma çabaları hep olmuştur. Mesela, Samih Rifat "Ben tayyareye binerim ama 'uçak' yazarım" demiştir. Ne var ki her zaman işe yaramaz bu çabalar; dedik ya, beğenilen kalacaktır. Biz bu yazıda okumak ediminin bildiğimiz anlamına değineceğiz: Bir yazıyı okumak yani, daha ziyade edebi bir metni, bir romanı, öyküyü, şiiri:

Okumak, bir kuyuya inmek gibi. Zihnin yoğunlaşması ama bir yandan da harekete geçmesi. Yeni ruh halinizle tanışın! Amras-Watten’i okuyorum bugünlerde. Amras tamam, fakat Watten‘de zorlanıyorum, ‘oynamak’ kolay değil çünkü bu oyunu. Yine de bazı bölümler çok hoşuma gidiyor, oraları okurken düşüncelerim birbirine dolanıyor. Bir örtüklük, bir bulanıklık var, işte aslında bu bulanıklık gerek insana, dedirten. Thomas Bernhard’ı Selçuk Altun önermiştir yazılarında (önerdiği daha pek çok şeyin arasında). Watten’de zihin saflığı, tabiatın her şeyi sadeleştirmesi ve varlık üzerine yazılmış satırların altını çiziyorum.     

Okumak, bir aşkın içinde olmak gibi. Geçici mi, kalıcı mı bilemem. Zihin biçim ve içerik değiştiriyor. Edip Cansever o meşhur dizelerinde “Aşk iyidir bak /  Duyumunu arttırır insanın” demiştir. Okumak da öyle işte. Bir kuyuya indiriyor beni okuduklarım ve orası benim hafızam. Çocukluk günlerim geliyor aklıma, sonra okul günlerim ve sonra ne çocuk ne de okulda olduğum günler. Okumak bir kazı yapmak gibi. Ve bu kazının sonucu, çoğu durumda, - hele eğer sizin de yazmak gibi bir derdiniz varsa- oturup bir şeyler karalamak istemeniz oluyor. Bir şeyler okurken, aklınıza yazacağınız / yazabileceğiniz şeylerin gelmesi ne anlama geliyor?  

Amras'ın bittiği yerde, Watten başlamadan hemen önceki bir buçuk sayfaya notlar alıyorum. Belki aylar sonra tekrar bakacağım bu notlarda -yine belki- bir çekirdek, bir tohum bulacağım. Kitabı okurken hatırladıklarımı hatırlayacağım. Tüm bunlar beni başka metinlere götürecek.Ve başka yazılara.

Okumak, kendine dönmesi insanın…


11 Kasım 2013 Pazartesi

NABOKOV’UN KALECİSİ


Bir meslek olarak futbol kaleciliği edebiyatın konusu olabilir mi? Bir kalecinin işini yapış şekli yazınsal bir düzlemde ne kadar anlatılabilir? Edebiyata pek sıcak bakmayanlar, bu sanatla aralarına koydukları mesafeyi açıklarken okudukları metinlerde gördükleri zorlama sözcük oyunlarına, ağdalı cümlelere ve uzun betimlemelere işaret ediyorlar. Doğrusu, edebiyat deyince ülkemizde pek çok kişinin aklına sadece romantik günbatımı tasvirleri, içinde pek de anlam barındırmayan yorucu cümleler ya da deriiin psikolojik tahliller geliyor ve dudaklar hemen bükülüyor. Belki raflarda bu durumu haklı çıkaracak, bu kötü şöhretin (bana edebiyat yapma!) bir şekilde sürmesini sağlayan pek çok kitap olduğu da doğrudur. İyi ama gene de soralım: Yazı bundan mı ibarettir?  Kapsamı hep böyle dar, biçimi her zaman tekdüze?

Şimdi, tekrar kaleye geçecek olursak: Vladimir Nabokov’un öykülerini romanlarından daha çok severim ama onun ara sıra açıp karıştırdığım kitabı Konuş, Hafıza (Speak, Memory) adını verdiği otobiyografisidir. Nabokov’un cümleleri kısa yoldan gitmeyi pek sevmez, ama, nasıl  oluyorsa, bir karışıklık da yaratmaz bu durum; aksine öyle fazlaca tekrara düşmeyen bir melodi içinde akarlar. Sanırım Dehşet isimli öyküsünde anlatıcının hayranlık duyduğu kadını anlatırken kullandığı ‘gündelik berraklık’ ve ‘yumuşak sadelik’ ifadelerini onun metinlerinin dokusunu anlatmak için de kullanabilirim. Yukarıda anlatmaya çalıştığım yapaylığı burada göremezsiniz. Bir Yazar’la karşı karşıya olduğunuzu bilirsiniz. Konuş, Hafıza’da benim pek sevdiğim, İngiltere’deki gençlik yıllarını anlattığı bölümde futbol kaleciliğini bir kimlik gibi sunduğu paragraf şöyledir  (İletişim Yay. Sf 264) :

Cambridge’te oynadığım oyunlar arasında futbol, hayli karmaşık bir dönemin ortasındaki rüzgârlı bir açıklık gibiydi. Kalede durmaya bayılıyordum. Rusya’da ve Latin ülkelerinde, bu yiğitçe sanatın çevresinde her zaman büyülü bir hale olmuştur. Mesafeli, yalnız, dingin, eşi menendi bulunmayan kaleci sokaklarda yürürken, küçük çocuklar hayranlıkla onun ardı sıra giderler. Matadorlar ve savaş pilotları kadar el üstünde tutulurlar. Süveteri, sivri şapkası, dizlikleri, şortunun arka cebinden sarkan eldivenleri onu takımın geri kalanından ayırır. Kaleci yalnız kartal, gizemlerin adamı, kalan son müdafaacıdır. Fotoğrafçılar onun gösterişli şekilde dalışa geçerek, alçaktan yıldırım hızıyla gelen şutu parmak uçlarıyla kale ağzından çıkarışını tespit etmek için bir dizleri üzerinde saygıyla eğilirler; o başarıyla koruduğu kalesinin önünde boylu boyunca yere uzanmış olarak bir anlığına beklerken, stadyumdan takdir dolu bir uğultu yükselir.

Her şeyin Yazı’nın konusu olabileceğini ve bu konunun da akıcı, eğretilikten uzak ve lüzumsuzca şişirilmemiş bir dille aktarılabileceğini gösteren, kendi içinde ‘tadı’ olan bir metin bu. Edebiyat sanatına sıcak bakan bakmayan herkesin içini ısıtacak güçte!

Otobiyografisinin ikinci cildini tamamlayamamış Nabokov, ömrü vefa etmemiş buna. Enis Batur’dan (yine yazı yoluyla) öğrendiğimize göre çıksaymış, bu kitabın ismi de Speak On, Memory (Konuşmaya Devam Et, Hafıza) olacakmış. Mantıklı ve muzip bir seçim. Tam Nabokovca. Ama ben şu yukarıdaki, kaleciyle ilgili alıntıyı tekrar okuyunca ikinci cildin ismi The Show Must Go On da olabilirmiş, diye düşünüyorum.

30 Ekim 2013 Çarşamba

HAVUZ KURMACASI

       Çocuk havuzdan çıkınca kurulanırken şöyle dedi:
      — Baba, ben eve gidince kitap hazırlayacağım.
      — Nasıl kitap, dedi adam. Çocuğun bu soruya verdiği yanıt alışılmış kısalıktaydı.
      —Kitap işte.
    Adam başka bir soruya gerek duymadı. Oğlanın bir konuda konuşma hevesi varsa zaten onu kimse durduramazdı! Saçını kuruladı ve mayosunu çıkarıp giyinmesine yardım etti.  Bu arada ikisi de düşündü. Çocuk hazırlayacağı kitabı düşündü; adam da çocuğun ne düşündüğünü düşündü. En son artık ayakkabılarını giyerken “Şöyle olacak” dedi oğlan:
      —Çocuk, havuzda bir köpek balığı olacağını düşünmüştü. Fakat havuza girince bunun olmadığını gördü.
         —Hım, dedi adam İlginç bir konusu var gibi görünüyor bu kitabın.
      —Evet, ilginç. Hem de heyecanlı, dedi çocuk. Sonra ekledi: Baba, ben bugün çok eğlendim havuzda.
       —Sevindim bak buna, diye yanıt verdi adam. Şu Arı Mayo’nun suyunu sıkalım da, çantaya öyle koyalım.
      —Aynen, dedi çocuk. Bu, son zamanlarda en çok kullandığı sözcüktü. Diğer sözcükler gibi bunu da büyüklerden öğrenmişti. Babasından, annesinden, öğretmeninden. Belki de Bilgecan Dede'den! 
       Ona kapıyı tutan babasının kolunun altından gözle görülür bir güven duygusuyla geçerek soyunma odasından çıkarken
        —Baba, dedi oğlan yine ‘Aynen’ demek ‘Sana katılıyorum’ demek.
         —Öyle mi?dedi babası.
        
         Binadan çıkıp kendilerini güneşin ısıttığı avluya attıklarında adam “Şimdi sıra bende” dedi.
        —Ne sırası? dedi çocuk
        —Hikaye yazma sırası…
     Adam oğlunun az önceki havuz hikayesine bir karşılık vermesi gerektiğini düşünmüştü. Ne de olsa ailede bir yazar olmaya en yakın kişi oydu!
         —Hadi, dedi çocuk heyecanla

     Bahçe kapısından çıkıp az ötedeki arabaya doğru yöneldiler. Adam tam karşıdan gelen güneş ışınlarının sıcaklığından memnundu. Güneş gözlüğünü evde unutmuştu. Şöyle başladı: 
            Caillou ve babası yine bir havuz gününün sonuna gelmişlerdi…
     Çocuk bir oyunun içinde olduğunu anladı, başını kaldırıp babasına baktı ve gözlerini kısarak gülümsedi.  Caillou onun eski arkadaşıydı ve işte babası onu da havuza getirmişti! 
Sonra devam etti adam:
         — Caillou o gün havuza pek de isteyerek gelmemişti; ama suya biraz alışınca yüzmenin ne kadar faydalı bir spor olduğunu anladı. Artık havuzda çok eğleniyordu. Üstelik babası da son beş dakikada havuza geliyordu ve Caillou babasına o gün neler öğrendiğini gösteriyordu.
            —Evet, dedi çocuk sevinçle. Evet aynen böyle oldu, demek ister gibiydi.        
           Adam arabada oğlanın kemerini bağlarken bir cümle daha ekledi bu ‘özgün’ hikayeye:
Babası arabada Caillou’nun kemerini bağlarken sordu. Nasıl eğlendin mi bugün bakalım havuzda?
           —Eğlendim, yess!diye atıldı çocuk.
          —Sana ne oluyor? diye takıldı adam oğluna. Birlikte güldüler. Sonra eve gittiler.

           Ertesi hafta yine aynı saatlerde havuz sonrası aynı bahçede yürürken çocuk başladı bu kez:     
Caillou ve babası bir havuz gününün daha sonuna gelmişlerdi
Sonra muzip bir şekilde babasına baktı. Belli ki bu oyunu sevmişti.

10 Ekim 2013 Perşembe

HER ŞEYİN BİR GÜNDE DEĞİŞEBİLECEĞİ


Size romanın konusunu anlatmayayım; karakterlerinden bahsedeyim biraz, zira burası Hindistan, dünyanın ikinci en kalabalık ülkesi ve –Marquez’in Maconda’sındaki kadar olmasa da- kalabalık bir ailenin öyküsü bu. Arundhati Roy’un 1997 Booker ödüllü kitabı Küçük Şeylerin Tanrısı, sakin ve gizemli bir şekilde ilerleyen bir roman. Roy’un sarsıcı ve lezzetli bir anlatım dili var. Anlattığı aile Ayemenem adında küçük bir yerde yaşıyor. Orta ölçekte bir fabrikaları, büyük ölçekte sorunları var. Ve evet, aile kalabalık, ama herkes bir diğerinin neresinin acıyacağını iyi biliyor: 

Bebek Kochama, mesela, bir bebek değil; koca bir kadın. Estha ve Rahel’in büyük halaları, ikizlerin yani. Onların çocukluğunda geçiyor olay, ama yıllar sonradan sesleniyor yazar bize, ikisi de artık büyümüşken ve ayrı yaşamlar sürerken. Sophie Mol ikizlerin kuzeni, İngiltere’de annesiyle yaşıyor. Şimdi, gelişmelerin neticesinde Sophie Mol’un öldüğünü söylemem, yazar bunu daha kitabın başında zaten yaptığı için, sorun olmayacaktır. Zaten Küçük Şeylerin Tanrısı’nın farkı da burada: Roman on yıllara yayılan esrarlı bir öyküye ve yerinde geri dönüşlerle sizi sarmalayan bir kurguya sahip:

Pratik açıdan, her şeyin Sophie Mol'un Ayemenem’e geldiği gün başladığı da söylenebilir. Belki her şeyin bir günde değişebileceği de doğrudur. Bir kaç saatin, koca bir ömrün gidişini etkileyebileceği. Böyle olunca da o birkaç saat, yanan bir evden arta kalan şeyler gibi - kömürleşmiş saat, alevlerin yaladığı fotoğraf, kavrulmuş mobilyalar- yıkıntıların arasından kurtarılıp incelenmelidir. Korunmalıdır. Açıklanmalıdır… Yine de, her şeyin Sophie Mol'un Ayemenem’e geldiği gün başladığını söylemek, bakış açılarından yalnızca bir tanesidir.

Papachi derler, çocukların büyükbabası ve Mamachi, anneanne.  İkisinin de hayatları ayrı bir roman olur, hele Ammu’nun başına gelenlerden sonra. Evin kızıdır Ammu, ikizlerin annesi ve hikâyenin çıkış noktası onun yaşadıklarıdır. Arka kapaktaki tanıtım yazısında bahsedilen ‘sonu olmayan’ aşkta ‘küçük şeylerle’ yetinmek zorundadır. Çünkü ‘kimin, ne kadar sevileceğini belirleyen yasalar’ vardır dünyada... Ve ne nasıl sevileceğini. Ammu çiğnemiştir bu yasaları.

Ve Velutha. Bir Paravan. Yani, Dokunulmazlardan. Bu dünyada ait olduğu yer en alt ka(s)ttır. E, burası Hindistan, dünyanın ikinci en kalabalık ülkesi, ve bilirsiniz, bir yerde sayısı artarsa insanların sınıflara koyarlar birbirlerini hemen, ayırırlar. Pek maharetlidir bunda insan.

Mammachi Esta ile Rahel’e, genç kızlığında, Paravanların ellerinde bir süpürgeyle geri geri sürünmelerinin ve kendi ayak izlerini silmelerinin istendiği günler olduğunu hatırladığını anlattı; bunun nedeni Brahmanların ya da Süryanilerin yanlışlıkla bu ayak izlerine basıp kendilerini pisletmemeleriydi. Mammachi’nin gençliğinde öteki Dokunulmazlar gibi Paravanların da halka açık yerlerde yürümelerine, belden yukarısını örtmelerine, şemsiye taşımalarına izin verilmezdi.

Sonra Chacko var. İkizlerin dayısı ve Sophie Mol’un babası. İngiltere’de Oxford’da okuyor sonra gelip babasının fabrikasının başına geçiyor: Cennet Turşuları. Pek de iyi işletemediği bu fabrikanın patronluğu ile Marksist düşünce arasında sıkışmış kalmış. Bir yıl sürüyor Margaret’la evliliği. Bebeği henüz yaşına varmadan ayrılıyorlar. Arundathi Roy, Chacku’nun boşanma öncesi bir gece kızını uyurken seyredişini ve yüz hatlarını ezberine almaya çalışmasını çok güzel anlatıyor. Benim son olarak alıntı yapacağım kısım bu değil ama; Anglofillikle ilgili olan bölüm ( Anglofil: İngilizlere meyilli, hayran):

Chacko çocuklara, kendisi bundan ne kadar nefret etse de, hepsinin de Anglofil olduğunu açıkladı. Anglofillerden oluşan bir aileydiler. Yanlış yöne götürülmüşler, kendi tarihlerinin dışında kapana kısılmışlardı; ayak izleri silindiğinden onları izleyip geriye dönemiyorlardı. Çocuklara, Tarih’in gecenin içindeki eski bir ev gibi olduğunu söyledi. Bütün ışıkları yanan. İçinde ataların fısıldaştığı.

Ne zamandır iyi bir roman okumadım, diyorsanız eğer




19 Eylül 2013 Perşembe

AYKIRI SORULAR NE OLMALI?

Ocak ayının soğuk akşamları. Aras’ın babaannesinde kaldığı günler. Mehmet Ali Birand birkaç gün önce vefat etmiş ve televizyonlarda her akşam Birand konuşuluyor. Onun televizyon gazeteciliğine katkıları, getirdiği yenilikler anlatılıyor. Aras dayanamayıp soruyor: “Babaanne, bu adam kim?” “O bir televizyoncu, oğlum” diyor annem. “Geçen gün öldü ya, onun hakkında konuşuyorlar” Annemim anlatışı, Aras dudak büküyor bu yanıta ve “Keşke arka sokaklar ölseydi” diyor! “Kim, kim?” diyor annem şaşkınlıkla.

Gerçek, annemin Nilay’la yaptığı telefon konuşmasında ortaya çıkıyor. “Arka sokaklar dememiştir o anne,” diye açıklıyor Nilay: “Aykırı Sorular demiştir.” Aras’ın artikülâsyonunda l’ler kısmen, r’lerse oldukça sorunlu. Bu, onun konuşmasını çoğu zaman komik, kimi zaman da anlaşılmaz kılıyor. Ve dahası, Aras altta fotoğrafını gördüğünüz Enver Aysever’in adını nicedir Aykırı Sorular diye biliyor!


‘Televizyona methiye’ Elmanın İçi’ni yakından takip edenler için biraz uzak bir yazı konusu gibi görünebilir ama merak etmesinler; biz bu mevzuyu da edebiyata bağlamayı biliriz! Aykırı Sorular son dönemde öne çıkan televizyon ‘iş’lerinden biri ve gerçekten de Enver Aysever’in yüzü geçen kış ve yazın büyük bölümünde -Aras’ı bezdirecek kadar- çok göründü bizim evde. (Saat 20.45 Aykırı Sorular saatindeyiz!) Kanallarımızın hali, malum! Aynı şeyi düşünen ve onu benzer bir hararetle savunan dört kişinin yan yana oturup birbirini ağırladığı programların çoğaldığı bir ortamda farklı soruların net bir şekilde sorulduğu bir programın olması hoşuma gidiyor. Konuğunun karşısında Enver Aysever, ideal bir televizyoncunun yapacağı gibi, sıklıkla ‘Şeytanın Avukatı’ pozisyonunu alıyor (Aysever’in bunu zaman zaman konuğuna ve izleyicisine hatırlatmak zorunda kalması ne acı!) ve bu durum konuyu açıyor, gerekli diyalog gerilimini sağlıyor. Gelen konuk bir mevzuda “Şöyle diyorlar, böyle söyleniyor” dedi mi Aysever’in “Kim onlar, bunu kim söylüyor?” diye tak tak sormasını seviyorum. Soru ve cevapların -sıkı bir tenis maçındaki rallilerde olduğu gibi- hızlı hızlı gidip gelmesi sohbetin sarkmasını engelliyor.

Enver Aysever tiyatro kökenli, sosyoloji diplomalı, CHP’de aktif politika yapmış bir edebiyatçı ve sezdiğim kadarıyla, kendini en çok yazar olarak tanımlamayı seviyor ve roman sanatına özel bir anlam yüklüyor. Bu geniş spektrum gelen konuklara sorulan soruların ve genel olarak sohbetin niteliğini de arttırıyor. Bu bağlamda, Aysever, Rıza Çalımbay’la da çok akıcı bir sohbet gerçekleştiriyor, Hilmi Yavuz’la da. Aynı dalga boyunda bir ses yakalaması Hilal Kaplan’la* da mümkün olabiliyor, Binnur Kalkavan’la da. Ve programda, yaşadıkları mahallede dışlanan ‘trans bireyler’ de seslerini duyurabiliyor; tercihleri sebebiyle mesleğinden atılan kişiler de.     

Bunu ben demiyorum; programın netliğini zaman zaman katılan konuklar da teslim ediyor: Mesela, İhsan Eliaçık “En azından burada laptop yok, ne o öyle kardeşim adam senin yüzüne bakmıyor” şeklinde katıldığı diğer programlardan yakınırken, Salih Tuna “Çoğu zaman konuklar soruları yakar, sen buna izin vermiyorsun” derken, Atilla Kıyat “Eskiden hamama giren terler derlerdi, şimdiyse…’ diye programı överken ve Aysever’in bir cumartesi gecesi Cem Özer’e sorduğu bir soruya (bu tip programlarda konuk mu önemli, host mu?), birkaç akşam sonra Ahmet Vefik Alp dolaylı olarak yanıt verirken (Enver bey, sizi tebrik ederim, herkes böyle sorular sormuyor!) Sezar’ın hakkını Sezar’a veriyorlar. Ve takdir edersiniz ki bu ülkemizde pek sık gördüğümüz bir şey değil.     

Programı pek beğeniyoruz, bu anlaşıldı. Şimdi, dost bunu da söyler, diyerek eleştirilerimizi sıralayalım: Seçilen sorular; bazen -anlaşılır nedenlerle- hiç de aykırı olmayabiliyor (Bülent Arınç programı); bazen de tam tersi, ‘gereksizce’ aykırı olabiliyor (Seyfi Dursunoğlu’na Zeki Müren soruları). Kimi zaman da sorularımız dikkat çekici derecede manipülatif (İlber Ortaylı’ya üst üste Orhan Pamuk soruları) bir görünüm arz edebiliyor veya programın felsefesine pek de uygun düşmeyebiliyor (Nihat Doğan’a felsefe soruları!) Ama tüm bunlar haftanın 5 günü program yapan bir televizyoncuda hoş görülecek kusurcuklar kanımca, özelikle de televizyonlarımızdaki çorak ortam düşünülünce.   

Enver Aysever'in bir özelliği de sohbet esnasında o güne ait bir gazete haberine gönderme yapmak gerektiğinde o haberi yapan muhabirin ve gazetesinin adını özellikle söylemesi. Güzel bir şey bu, çünkü Türkiye'yi 'emeğe saygı karnesi' parlak olan ülkeler arasında sayamayacağımız gün gibi ortada. 

Yazının başında konuyu bir şekilde edebiyata bağlayacağımıza söz vermiş idik ve aslında bunu başlığımız vasıtasıyla kısmen de yapmış idik. Şimdi: Enver Aysever’in geçen yazın başında edebiyat üzerine yazdığı yazıları topladığı iki kitabı çıktı, ki isimleri ve dahi kitapların kapak resimleri aşağıdaki gibidir: 


*Bir akşam bir ‘twitter tanıdığım’ “E.Aysever, tokalaşacak mı bakalım, diyerek Hilal Kaplan’a elini uzattı, çok ucuz numaralar bunlar” mealinde bir tweet attı. Ben de, üzerime çok da vazifeymiş gibi, “Programı her akşam izleseydiniz o elin herkese uzatıldığını görürdünüz” dedim. Genelde son reklamdan sonra kanal değiştiriyormuş bu tanıdık. Uyarımdan sonra bu bölümleri internetten izlemiş ve haklı olduğumu görmüş. Çıkan sonuçlar: Bir; bütünü görmeden bir yargıya varmamalı. İki; Twitter o kadar da ‘baş belası’ bir şey değilmiş.



11 Eylül 2013 Çarşamba

YANIMDA YÜRÜYEN ÇOCUK

Erkek çocukların sevgilerini göstermede kızlar kadar cömert olmadıkları hep söylenir. Hatta kız babası olmanın ayrıcalıklı bir durum olduğunu anlatan (ata)sözlerimiz bile var. Aras artık  anaokulu çağına geldi ve bazen yolda yanımda veya hemen önümde yürürken onun artık kendi dünyasını kurmuş olduğunu hissediyorum. Ve kendi dünyasına dalmış olduğunu. Kafasını öne eğmiş yanımda sessizce yürürken.

Geçen gün okuldan döndüğümde sitenin ortasında durup karşıda iki evin arasında oynayan çocukların arasında gördüm Aras'ı. Bir an orada dikilip onlara baktım. Az sonra o da beni gördü ve gülümseyerek el salladı. Tuhaftı. Bu ilk defa oluyordu. Normalde alışık olduğum durum şöyledir: Uzun bir günün sonunda Aras beni uzaktan görünce 'Babam geldi, babam!' diye çığlık atar ve bir koşu gelir. Diz çöküp kollarımı iki yana açar ve onun üstüme atlamasını beklerim. Bu, oğlumla oynamayı en çok sevdiğim sahnelerden biridir. O gün Aras orada durup bana el sallayınca yeni bir döneme girdiğimizi anladım. Zaten birkaç gündür bana karşı eskisi kadar cana yakın ve sıcak olmadığını içimde bir hüzün duyarak fark ediyordum. Ben de ona el salladım. Ve eve yöneldim.

Birkaç gün sonra yine bir akşamüstü Ahmet ağabeyle konuşmak için dışarı çıktım. Aras ve Yusuf kapının önünde anlamına pek vakıf olamadığım oyunlarından birini oynuyorlar ve oradan oraya koşturuyorlardı. Dönüp eve girerken Yusuf’un atletinin dışarı taşmış olduğunu fark ettim. “Gel bakalım buraya, Yusuf” dedim ve çömelip belini topladım. Çocuk merakla yüzüme bakıyordu. Birkaç gün önce koşarken düştüğü için burnunun üstünde uzun ve kalın bir çizik oluşmuştu. “Artık kış yaklaşıyor, dikkat etmek lazım,” dedim. “Sen de bir ağabey olarak ara sıra onu uyarmalısın” dedim Aras’a dönüp. En son artık Yusuf’un tişörtünü düzeltirken birden Aras’ın kollarını boynumda buldum. "Hayırdır?" diye sordum ona. "Bilmem, sarılmak istedim sadece," dedi ve beni öptü. Ben de onu öptüm. Yusuf merakla bize bakıyordu.

Kıskançlık, diyeceksiniz. Değildi. Ben başka bir çocukla ilgilendiğimde Aras'ın tepkisi, eğer kıskanırsa, kollarını kavuşturup başını öte yana çevirmek ya da küsüp gitmektir. Akşam yemeği sırasında “Bugün orada bana neden sarıldın, söyle bakalım?” dedim. “İşte” diye cevap verdi.  Israr ettim. “Neden birden öptün beni, hadi söyle, neden?” “İşte” dedi yine. Annesi merakla bize bakıyordu.

Gece onu yatırırken aynı soruyu sordum. Çok uykusu gelmişti. “İşte. Bilmiyorum” diyerek kestirip attı gene. “Hani biz ‘Neden’leri ‘İşte’ diye yanıtlamıyorduk,” dedim. Bir şey söylemedi. Sırtını döndü ve uykuya daldı.  Bu “işte” kelimesini bu çocuklara kim öğretiyor, çok merak ediyorum.

O akşam Aras soruma bir yanıt vermedi. Veremezdi de. Ama sanırım ben biliyorum Aras’ın o gün niye bana aniden sarıldığını. Sanırım o da biliyor. Sevgiyi gösterme konusunda yeni bir döneme girdik biz.



    


 

2 Ağustos 2013 Cuma

'SENİ HİÇBİR ZAMAN YETERİNCE DERİNDEN BAĞIŞLAYAMAM ARTIK'


Gönderen: Enis Batur'u Enis Batur ilk kez 1991'te 'göndermiş.' Kısa denemelerden oluşan kitap mektup izleği üzerinden ilerliyor. Yazmak ama göndermemek, almak ama açmamak, bir şişeye koyup denize bırakmak; başkasının olanlar, üzerine görülmüştür mührü vurulanlar, zamanında gelmeyenler, kaybolmuş olanlar- hadi bir tane de ben ekleyeyim- bir ayrılık objesi olarak mutfak masasının üstüne bırakılanlar.

Ne çok şey varmış mektup üzerine konuşulacak / yazılacak!

Artık iyiden iyiye arkaik olmaya yüz tutmuş, çocuklarımızın özellikle istemedikleri sürece kullanmayı seçmeyecekleri bir iletişim biçimine ağıt yakmak değil burada amacım. Teknolojinin önlenemez yükselişi sürüyor; bize de ona yetişmeye çalışmak kalıyor. Öte yandan mektup, bir edebiyat türü olarak cazibesini hep koruyacak, diye düşünüyorum. Okuyanlar için de yazanlar için de. Ola ki ileride yazarlar öykü ve romanlarını bu tür içinde sunarak iletmeye devam edecekler ara ara. Sevgili  Falanca, diye başlayan mektuplar roman ve öykü biçiminde karşımıza çıkmaya devam edecek. Enis Batur'un denemeleri mektubun tarihteki rolünü ve yazınsal gücünü bize yeniden hatırlatıyor. Pier Loti'den Holderlin'e, Halid Ziya'dan Kafka'ya uzanan bir posta hattındasınız; bir mektubu okuduktan sonra onu kutusuna koyup diğer zarfı açıyorsunuz. Mektup ve onun çağrıştırdığı her şey üzerine kısa, güzel yazılar bunlar. 

Mektup, yazının olanaklarını olabildiğince önümüze sunan edebiyat biçimlerden biri. Yazıyla bir şey anlatmanın keyfi, bazı sözcüklerin bir araya geldiklerinde yarattıkları görkem (bkz. bu yazının başlığı) ve kimi cümlelerle içimize işleyen büyü, pekala mektuplar içinde (de) ulaşmaya devam edecek okuyucuya. Yazıya başlık olarak koyduğum cümle de yerine ‘zamanında’ ulaşmamış mektupların insanların hayat çizgilerini belirlediği bir romandan, Malcolm Lowry'nin Under the Volcano'sundan bir alıntı.(İleten:Enis Batur)

Mektuplar kalır: E, Elmanın İçi de henüz okuma yazmaya bilmeyen bir çocuğa yazılmış bir tür mektup değil mi, şunun şurasında?

12 Temmuz 2013 Cuma

ARAS'LA Bİ'YERLERDE


AVM’de:  Bir teknoloji mağazasının ışıltılı vitrininin önünde çömelmiş kocaman ama kağıt inceliğindeki ekranda oynayan çizgi filmi izliyorum. Bu çizgi filmde kendini bilmez bazı ejderhalar yeryüzünde masum masum yaşayıp giden mantar tipli bir topluluğa saldırıyorlar, onlara uçan tekme falan atmaya kalkışıyorlar. Heyecan dorukta yani. Doğrusu, kırk yaşına yaklaşan bir adamın böyle vitrinin karşısına çöküp uçan ejderhaları izlemesi garip bir durum … olurdu, eğer iki üç metre ötede yürümeyi daha bir kaç gün önce öğrenmiş bir oğlan çocuğu bir aşağı bir yukarı yürüyüp durmasaydı. Yıllar önce Aras’ın hız kavramını kendi deneyimiyle ucundan keşfettiği bir AVM günü bu. Çocuk sahibi olmak insana tersten bir özgürlük de sağlıyor. Orada durup çizgi filme dalmış olmamı kimse yadırgamıyor.

Ormanpark’ta: Buraya nedense hep sonbaharın yeni başladığı ya da henüz bitmediği soğuk, gri günlerde geliyoruz. Biraz salıncak ve kumda oynama faslından sonra asıl törene geçiliyor: Aras’la oturup tavla atıyoruz. Bizim burada oynadığımız tavla, gelen zardaki sayıya göre kendi taşlarını toplamaktan ibaret. Arada bir şeyler de içiyoruz. Aras’ın buradaki tercihi mutlaka oralet oluyor. Böyle ritüelleri var oğlumun. Ormanpark’ta oralet, Trafikpark’ta kakaolu süt içiyor (ben her yerde çay içiyorum). Bir gün azıcık güneş de varken Ormanpark’tan eve kadar yürüyoruz.

Sanayide: Arabamı yatıya bırakmışım. Dolmuşla gidiyoruz. ‘Sıkı tutun!’ diyorum dolmuşta, 'aniden fren yaparsa düşmeyesin.' İnene kadar ‘Aniden… Aniden’ deyip duruyor. Bu sözcüğü ilk kez duyuyor olmalı. Ender Usta’nın dükkânında bambaşka bir dünya buluyor. Havada duran arabalar, bir ayağını kaldırmış kamyonetler, elleri kara yüzleri kara işçi çocuklar… Arabamızı alıp dönüyoruz. Dönüşte etrafı incelemeye daha çok fırsat buluyor: Baba, neden her yere bayrak asmışlar? diye soruyor. ‘Dün bayramdı ya, ondan. 30 Ağustos’tu’, diye yanıtlıyorum onu. ‘İşte daha kaldırmamışlar bayrakları da’. Aras’ın kafası karışıyor. ‘Bayram mı? Nasıl Bayram? Kimse bana harçlık vermedi!'

Gene (mi) AVM’de: Tabletlere bakıyoruz. Onu kucağıma alıyorum, helezon aynalardan kendi görüntümüze bakıp gülüyoruz. Aras o günlerde ısrarla bir tablet bilgisayar istiyor. Ben ‘diren’iyorum tabii, ve genelde yaptığım gibi, fiyatlara bakıp bakıp geri çekiliyorum. Çıkarken aklıma bir şey geliyor: Buranın internet bağlantısı vardır mutlaka. Geri dönüp ‘Elmanın İçi’ne giriyorum. Sonra onun fotoğrafının da olduğu yazılardan birini buluyorum. Onu kucağıma alıyorum ve o an Aras kendi resmini bilgisayarda görüyor. Vay be! Bir mağazanın içinde ve de başka bir bilgisayarda ha! ‘Nasıl yaptın? diyor bana hayretle. Diyorum ki ‘Ben büyücüyüm, yaparım böyle şeyler…’

Turda: Rehberimiz elinde kendisini güneşten koruyan şemsiyesiyle ilerliyor, biz de bizi azat edeceği dakikaya kadar onun peşinden koşturuyoruz. Aras grubun en küçük üyesi ve tüm gücüyle bize ayak uydurmaya çalışıyor. Çok yorulduğunda veya azıcık arkada kalır gibi olduğumuzda onu kucaklıyorum. İki ayağını sırtımda birleştirdiği ve ağırlığını omzuma verdiği zaman taşıması daha kolay oluyor. Bir süre böylece yürüyoruz. Sesi kulağımın arkasında ‘Bu şekilde ikimizin de istediği oluyor’ diyor bana. 'Nasıl yani?' diyecek oluyorum, merakla. Cevap veriyor: ‘İşte ben yürümüyorum, böyle dinleniyorum; sen de bana sarılmış oluyorsun.’

4 Temmuz 2013 Perşembe

HALİDE

Bazı istasyonlarda ellerinde çanta, sade kıyafetli, temiz yüzlü genç kadınlar vardı ki bu kasabalarda hoca olduklarını farz ettim. Bütün bunlar yüzünü Batı’ya çevirmiş olan Anadolu’nun ferah veren alametleriydi.

Yukarıdaki paragrafı yanda kapağını gördüğünüz kitaptan aldım. İpek Çalışlar’ın Halide Edib biyografisinden. Çalışlar, Latife Hanım çalışmasından sonra yine emek dolu ve incelikle işlenmiş bir kitap çıkarmış ortaya. Milli Mücadele öncesi Sultanahmet meydanında hatip,  kadın hareketinde öncü, cephede onbaşı Halide Edib’in hayatını okumak ‘geçmişteki günlerden’ bize kalanları biraz olsun anlamak ve anlamlandırmak için ideal.  

1925’te Takrir-i Sükun sonrası sertleşen siyasal iklim Halide Edib’le yönetimin arasını açıyor. Eşi Adnan Bey’in sağlık sorunları nedeniyle yurtdışına çıkıyorlar. Çalışlar’ın da kitapta söylediği gibi,  tam olarak bir sürgün ya da kaçış olarak nitelendirilemez onlarınki;ama işte kitabı okuyunca görüyoruz ki durum aslından biraz ona (sürgün) biraz buna (kaçış) uyuyor.Yani demek istiyorum ki,  hayatta her şeyin net ve keskin bir tanımı olmayabilir. O dönemde yaşamadığımız için, daha önemlisi ‘onlar’ olmadığımız için -kimse bir başkası olamaz- insanların belli şartlar altında verdiği kararlarla ilgili net yargılara varmak öyle kolay değil.

19 yıl sonra yeniden Ankara Yolunda
Halide, Fransız Mareşal d’Esperey’in Beyoğlu’nu beyaz atının üzerinde bir uçtan bir uca kat etmesinden 13 ay sonra Anadolu’ya geçer. O dönemde Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi Anadolu’ya geçişlerde buluşma ve sevk yeridir. Bir gece işgal güçlerinin kontrolü altındaki İstanbul’dan ‘kaçarlar’,  kah öküz arabasıyla, kah tahta semerli, kısa boylu bir atın sırtında trene binecekleri Geyve’ye kadar gelirler. Bu yolculukta Halide memleketin harap halini kendi gözleriyle görür. Bu, Anadolu’nun yoklukla imtihanıdır. Yol üstündeki istasyonlarda her gelen trende oğullarını arayan biçare analarla karşılaşırlar. 

Girişteki bölümse Halide’nin 17 Nisan 1939’da Akşam gazetesine yazdığı yazıdan. 19 yıl sonra gördüğü Türkiye artık yeni bir ülkedir. Bu satırlarda -her şeye rağmen ve her şeyden sonra- kendine gelmeye başlayan bu ülkenin geleceğine dönük bir canlanış ve umut hissi vardır.

Mustafa Kemal’e sevdalı mıydı?
Halide Edib, cephede Mustafa Kemal’in yakın çevresindedir. İzmir’e girildiğinde de durum budur. Ve  bir akşam yemekli bir toplantıda Mustafa Kemal Latife Hanım’la tanıştırıldığında da Halide Edip oradadır. Onun Mustafa Kemal’in kişisel karizmasından etkilendiğini düşünen çok. Bir pelerin sahnesi var, mesela. Böyle bir yemek sonrası Halide evden çıkarken Mustafa Kemal ona ‘Hava çok soğuk, paltonuz var mı?’ diye sorar. Sonra gidip içeriden kendi pelerinini getirir. Halide, elinde Mustafa Kemal’in pelerini, merdivenlerden iner. Bu, Mustafa Kemal'in cephede soğuk gecelerde kullandığı pelerindir. Halide o dakikada bunu tarihsel bir tanıklık anı olarak telakki eder.Durup yukarıya baktığında merdiven başında onu uğurlayanlar arasında Mustafa Kemal’in hemen yanında Latife hanım’ı görür.

Adalet Ağaoğlu mesela, Halide’nin anılarında bu veda sahnesini anlatışını oldukça ‘buruk’ bulur. Halide’nin romanlarını sadeleştiren Yeşim Kalpaklı da onun kitaplarında buna yakın izler bulduğunu yazar.  

Halide Edip gerçekten biyografisine sığmayan bir kadın. Tehcir kararını açıktan eleştiren, iki oğlunu İstanbul’da, eşini Ankara’da bırakıp Milli Mücadeleye katılmak için cepheye giden, devrim sonrası uygulanan sert politikalara soğuk, ilk eşi ikinci bir kadın getirmek istediğinde ondan boşanan sıra dışı bir kadının sıra dışı hayatını anlatan bu başarılı Çalışlar çalışmasını okumanızı öneririm. Peki Halide Edip gerçekten sevdalı mıydı Mustafa Kemal’e? Cevap veriyorum: Bilmiyorum. Hem kim bilebilir ki böyle şeyleri?


31 Mayıs 2013 Cuma

HAVUZ BAŞINDA İYİMSERLİK 


Sait Faik’i ve yapıtını anlatmak için pek çok şey söylenebilir (söylenmiştir de) ve bir dolu yazı yazılabilir (yazılmıştır da). Fakat Sait Faik deyince ve onu öykülerini okurken, benim aklıma ilk gelen kelime hep 'iyimserlik’tir. Hişt Hişt isimli öyküsünden yansıyan sevinç ve hayata bağlılık temaları, malum. Ayrıca ben PaşazadeProjektörcü, Francala mı Ekmek mi gibi öykülerde de bu duyguları bulurum. Yaşamın ve insanın özündeki naif yapıyı orada görmek hoşuma gider.

Belki buna en belirgin örnek Faik’in 1946'da yazdığı Havuz Başı adlı öyküdür. Beyazıt’taki havuzun kenarında bir ‘kanepeye’ oturan anlatıcı hangi köşeden çıkıp geleceğini bilmediği ve kendisinden aslında zerre haberi olmayan sevdiğini beklerken hülyalara dalar. Onu bu hülyalardan yan kanepeye gelip oturan Lüleburgazlı bir yaşlı çift uyandırır. Hikâyemizin girişi şöyle:   

Beyazıt havuzunun girişindeki kanepelerden birine oturmuş sizi bekliyorum. Yaşını almış bir adamın yirmi yaşındaki çocuk kederlerini, sevinçlerini yaşaması ne demektir, diye düşünüyorum: Belki bir geç olma hadisesi. Belki de bir çeşit hazları, kederleri, çocuklukları uzatma tahayyülü. Ama bu uzayan yaz, kışın gelmeyeceğine alamet değil…

Yan kanepeye oturan adam bir gülümsemeyle selam verir. Sonra sohbet başlar. Adam karısını gösterip ‘Bunu getirdim köyden’ derken sanki binlerce yıllık bir şey söylemektedir. Kadın çarşaflıdır falan ama eşinin yanında pek öyle çekinik de değildir. Bir ara yanlarındaki çantada duran bakır kaplara kaç para verdikleri konusunda kocasıyla tatlı tatlı atışır.

Lüleburgaz’lı adam meraklı ve heveslidir: E, işte bugün karısına İstanbul’u tanıtacaktır; anlatıcımıza sorular sorar sürekli. -Ali Sofya, hangisi? der mesela. Az sonra havuzu gösterip -Bu dibinden mi kaynar? diye sorar. Aldığı cevapları hemen dönüp eşine  aktarır. –Pekiii? Hani bu, suları fışkırtırmış…-Hani üstüne top korlar da sular lastik topları havaya fırlatır, oynatır durur, öyle de yaparlar mı?

Elli yaşında adam, ellisine yakın kadın, fıskiyeler, toplar… Onlar, benden de çocuk. Seni görememenin sıkıntısı dağılıyor, seviniyorum. Kadın eğilip beni dinliyor. 

Tuhaf bir biçimde insanın içine sevinç veren, hoş bir öyküdür Havuz Başı. Durup dinlemenin, kulak vermenin, ‘bir meydanın kanepesinde, yüzünü bir dakika görmek için’ birisini beklemenin öyküsü. Burada anlatılanlar insanı biraz daha iyimser ve yumuşak kalpli mi yapar, ne? Anlatıcı, Lüleburgazlı yaşlı çifte İstanbul’un semtlerinden söz açarken birileriyle konuşmanın saadetini duyar. Bu bile bir şeydir çünkü.

Öyledir. Hayatın bin bir zorluğu içinde iyimser tarafımız ağır basar sanki. ‘Yaşamak güzel şey be!’ diye düşünürüz zaman zaman. ‘Ben iyi yemek yaparım ya’ diye savunuruz kendimizi veya işte şarkıdaki gibi, ‘İyileşiyorum, ya!’ deriz. ‘Güzel maç oldu aslında’ diye kutlarız arkadaşımızı. Bir cumartesi günü işlerimiz erkenden bittiğinde, ‘İyi ki erken kalkmışım bu sabah’ diye mırıldanırız.  İyimserizdir yani genelde; her şeyin bir şekilde ‘iyiye gideceğine’ inanmazsak, yapamayız. Yaşamı kutsarız, hepimiz farklı biçimlerde.

7 Mayıs 2013 Salı

EVE DÖNMENİN YOLLARI


Tembel bir okur sayılmam. Ama bir kitabı bir oturuşta bitirmişliğim, bir romanı bir gecede devirmişliğim yoktur, desem yeri. Fakat, Alejandro Zambra'nın Eve Dönmenin Yolları isimli romanının ilk bir iki bölümünü okuduğumda 'Bu kitabı bu akşam bitiririm ben' diye düşündüm. Ve öyle de oldu. Kitabın (nispeten) kısa olması (146 sayfa) bunda etkili olmuştur mutlaka, ama sanırım asıl etkili olan yazarın üslubu, anlatısını zekice kurgulaması ve bunu okuyucusuna zarifçe sunması oldu.  

Notos Kitap tarafından yayımlanan Eve Dönmenin Yolları  sakin ve sıcak bir anlatıma sahip. Kısa cümleler var bu romanda, yerinde ama çok yerinde sözcükler var, satırların içine sızmış hınzır bir mizah duygusu var. Ne güzel yazmış Zambra, bu ilk kez okuduğum yazar. Kitabı okumaya onu aldığım alışveriş merkezinde Aras'la bir yerde oturup beklerken (annesi bir mağazaya üçüncü kez uğramaya karar vermişti) başladım. Akşam da koltuğa uzanıp okumaya devam ettim. Aras, Jetgilleri izliyordu o esnada -ki yanı başımda televizyon sesi varken bir romanda hakkıyla ilerleyebilme tecrübem yoktur, desem yeri.  

Eve Dönmenin Yolları bir kaç ay önce izlediğim Doğmadığım Gün filmini hatırlattı banabenzer konuları işliyorlar: Darbe, kayıplar, çocukluğa dönüş... Şili'deki 1985 depremi de önemli bir yer tutuyor anlatıda.  Sunduğu edebiyat tadının yanı sıra bir de öykü konusu getirdi aklıma kitap, bir ilham vermiş oldu. Bir öyküm daha oldu böylece. Daha tek cümlesini yazmadım doğrusu, ama biliyorum bir öyküm daha var artık. 

Granta dergisi 2010 yılında Zambra'yı İspanyolca yazan en iyi yirmi iki romancı arasında göstermiş. Bu 'yirmi iki' sayısı biraz tuhafıma gitti. İspanyolca'nın dünyada en çok konuşulan ikinci dil olduğunu biliyorum, bu dilde yazan onlarca romancı olduğunu da tahmin edebiliyorum. Ne var ki bir dilde roman yazan en iyi yirmi iki kişi arasında gösterilmek iyi mi kötü mü, buna pek karar veremedim. Burada dergiye cevap hakkı düşüyor bunun da farkındayım, ama dünyanın sayılı edebiyat dergilerinden olan Granta'nın bu hakkı kullanmaya gerek görmeyeceğinden -adım gibi, desem yeri- eminim.  

26 Nisan 2013 Cuma



BEN BABAMI SEN USTANI UNUTMA

Geçen ayın 27'si Aşık Veysel’in 40. ölüm yıl dönümüydü. Büyük Millet Meclisi Türkçe'ye katkılarından dolayı 1965'te ödül vermiş bu büyük ozana. Bunu öğrendik, Veysel'i hatırladık; iyi oldu.

Bunlar da iyi oldu: Televizyon kanallarımız, Amerikan televizyonlarından kestikleri rolleri kendi üstlerine yapıştıran dizilerine, uzak adalarda böcek kovalayarak ne olduğunu bilmediğim bir şeylerden 'kurtulan' insanların yarıştığı şovlarına, bir sorunun cevabını izleyicisine bahşetmek için onu ekran karşısında dakikalarca bekletmeyi sorun etmeyen bilgi, ve sırf eşiniz ‘O yapar’ dedi diye şu kadar dakikada şu kadar acı biberi boğazınızdan içeriye tıktığınız ‘beceri’ yarışmalarına, koca adamların birer çocuğa, yok çirkin birer canavara dönüştüğü spor (yani, futbol) 'yorum' programlarına…Evet, tüm bunlara birkaç akşamlığına ara verdiler de Aşık Veysel’le ilgili belgeseller izleyebildik prime time’da, onun az bildiğimiz türkülerini de dinleyebildik.

Bu da iyi oldu: İnsanlar gittikleri tatil beldesinin fotoğrafını henüz o tatile ruhen başlamadan; bir restoranda yiyecekleri yemeğinkini de aman daha tabak bozulmadan şöyle bir çekip face’e koyar, kimin başlattığı belli olmayan siyasi dedikoduları retweet’ler ve beğenirken arada Veysel'den bir iki dörtlüğü, birkaç dizeyi de ilettiler birbirlerine.  

Şu çok iyi oldu: Bu süre içinde birkaç gün de olsa öğrencilerimiz, gençler, dünyanın en tuhaf isimlerine sahip futbol gazetelerini, aslında kendilerinin olmayan paraları yatırdıkları iddialı kuponları, iletişim kurmaktan ziyade bisikletli küçük adamlara dağları taşları aştırmak için kullandıkları cep telefonlarını, ve bilgi edinmekten daha çok komik videolar izlemek için kullandıkları internet sitelerini bir kenara bıraktılar da Veysel’in şiirlerini içeren kitaplara, onun yaşam öyküsünü anlatan yapıtlara yöneldiler ve meraklandılar; oradan da Türkçe’nin, yani kendi ‘ses bayraklarının’ diğer güzel örneklerine geçtiler …..  

Bu da olmuş olabilir: Birisi 'Ben şiir sevmem hiç' dedi. Öteki şaşırdı. 'Nasıl yani? dedi. 'Veysel'in yazdıklarını da mı sevmiyorsun? Sonra ona şunu gösterdi:

SAZIMA

Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikar etme
Lal olsun dillerin söyleme ya da
Garip bülbül gibi ahu-zar etme

Gizli dertlerimi sana anlattım
Çalıştım sesini sesime kattım
Bebe gibi kollarımda yaylattım
Hayali hatır et beni unutma

Benim her derdime ortak sen oldun
Ağlarsam ağladın gülersem güldün
Sazım bu sesleri turnadan m'aldın
Pençe vurup sarı teli sızlatma

Bahçede dut iken bilmezdin sazı
Bülbül konar mıydı dalına bazı
Hangi kuştan aldın sen bu avazı
Söyle doğrusunu gel inkar etme

Ay geçer yıl geçer uzarsa ara
Geyin kara libas yaslan duvara 
Yanından göğsünden açılır yara
Yar gelmezse yaraların elletme

Sen petek misali Veysel de arı
İnleşir beraber yapardık balı
Ben bir insan oğlu sen bir dut dalı
Ben babamı sen ustanı unutma 



3 Nisan 2013 Çarşamba

O ÜFLEYİNCE BİZ GİDİYORUZ, ÖYLE Mİ?

Adapazarı Belediyesinin etkinliklerinden biri de Orhangazi Kültür Merkezi’nde çocuklar için düzenlenen gösteriler (piyesler, sihirbaz, gölge oyunları vs). Geçen ay mesela (Mart 2013) her Cumartesi bir Karagöz oyunu vardı ve salon hep doluydu.

Bunlardan birine (Pasaklı Karagöz) biz de gittik Aras’la. (Yanımızda: Mehmet Kemal, Berrin. Balkondakiler: Erkan, Enes ve dahi Elifnaz). Seçkin Usta Hacivat’la Karagöz oyununun içine Angry Birds göndermeleri de koymuş, çocukları oradan yakalıyor (zaten yakalanmaya dünden razılar). Perdede Karagöz’ün yanlış anlamalarına gülüp duruyoruz. Aras zaten seviyor Karagöz’ü, şimdi yanında Mehmet Kemal olunca daha bir eğleniyor. Mehmet Kemal’in moralinin o sabah boyunca bozuk olduğunu ve o gün ilk defa bu oyunda güldüğünü söylüyor Berrin bana.

Ertesi gün arabada gidiyoruz (Nilay, Aras, ben). Aras bir soru soruyor. ‘Baba, bizi Allah mı oynatıyor?’ (Oyunun etkisi, diye düşünüyorum. Hani tiyatro ölmüştü?). Sonra ona dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. ( O bize akıl vermiş, gibi şeyler söylüyorum). O sırada kırmızı ışık yanıyor ileride, yavaşlıyoruz. Ama Aras hız kesmiyor, bir soru daha yolluyor ön koltuğa doğru. ‘O üfleyince biz gidiyoruz, öyle mi?’ (Fikri takip sorusu)  ‘Yani’ diyorum ‘Bazen depremler, kasırgalar oluyor tabii dünyada!' Burada Nilay araya girme ihtiyacı hissediyor: ‘Onu sormuyor. Şimdi bekliyoruz ya canım ışıklarda, onu diyor!’ ‘Ha, evet’ diyorum. (Ben soruyu tamamen yanlış anlamışım). Yeşili beklerken sol çaprazda, yolun ötesinde Serdivan Belediyesinin yeni binasını görüyorum o an. (Hala Ahmet Abi’yi ziyaret etmedim, şöyle bir çikolata, hayırlı olsun falan).

‘Yani tam olarak öyle üfleme diyemeyiz, oğlum’ diyorum Aras’a. (Çok derine girmeden, hatta pek yüzeye bile girmeden bu işten sıyrılmam lazım!) ‘Şimdi yeşil yanınca, mesela, ben gaza basacağım' ( O an arkadaki araba kornaya asılıyor, meğer çoktan yanmış benim yeşil!). ‘Sonra bak, birazdan sağa kıracağım direksiyonu’ diyorum (Kırıyorum). Az sonra varacağımız yere geliyoruz. (Bildiniz, AVM burası). Aras'a başka sorusu olup olmadığını sormuyorum. (Şimdi o jetonlu arabaları hayal etmeye başlamıştır). Aslında üflemeyle ilgili bir şeyler yok değil bu konuda ama Aras’ın yaşı henüz ufak melekleri anlamaya ve zaten benim de ‘nefesim’ de yeterli olmaz böyle şeyleri anlatmaya.

Arabayı durdurunca torpido gözünden broşürü çıkarıp bakıyorum. Bir sonraki Cumartesi Çoban Karagöz oyunu var. Bunu zihnimdeki ajandaya kaydediyorum. Artık Erkan'la bir gün önceden sözleşiriz. (Barış Abi, yarın gidiyor muyuz abi? Gideriz Erkan). Sonra o Cumartesi yeni bir oyun için orada oluruz. Salon çocuk çığlığıyla dolar; biz de mutlu mutlu etrafa bakarız. (Fakat bir şey var: Biz artık koca adamız, Seçkin Usta’dan Uçan Kaz Norton göndermeli bir oyun beklemek hakkımız !)

18 Mart 2013 Pazartesi

BİR BEYOĞLU DÜŞÜ
Hiç bilmeyen biri gelse ‘Türkan Şoray’ın tek bir filmini izleme hakkım var’ dese, ona hangisini önerirsiniz? Yok, bu olmadı; bu yabancı gelip şöyle dese size ‘Selvi Boylum’u izledim, şimdi ne izleyeyim?’ Ona cevabınız ne olur? Ben  Hayallerim, Aşkım ve Sen’i seçerdim.

Neden mi? 1987 tarihli bu Atıf Yılmaz filminde izlenecek üç Türkan Şoray vardır da ondan. Seyredenler hatırlar:  Çocukluğundan beri sinema yıldızı Derya Altınay’a hayran olan Coşkun onun için bir senaryo yazmaktadır. Fakat Derya Altınay’ın yıllar önce filmlerinde canlandırdığı  iki karakter -Nuran ve Melek- Coşkun’un imgeleminde hala yaşamaktadırlar. Nuran, ‘Ruhum nisyanla dolacak' diye konuşan bir İstanbul hanımefendisidir; Melek de ona ‘Aptal doğdun, aptal gideceksin’ diye laf yetiştiren bir pavyon şarkıcısı. Bugünlerde ismini vasat bir şarkıda her gün duyduğumuz Türkan Şoray filmde Derya Altınay'ı  (filmdeki Derya Altınay da bu Nuran ve Melek isimli karakterleri 'sanki gerçeklermiş gibi’) canlandırmaktadır. Coşkun, Melek'i çok eskiden Bataklıkta Bir Çiçek filminde görmüştür. Kulağında kocaman bir gülle ortalıkta dolaşan şuh Melek, genç bir erkek olan Coşkun’un kafasında sanki Nuran’dan hep bir adım öndedir. Fakat heyhat! Coşkun bir gün hayallerinden birini gerçekleştirip Derya Altınay’la tanıştığında bu iki karakter -Melek ve Nuran- zamanları dolan çiçekler gibi yavaş yavaş solmaya başlarlar.    

Şimdi aslında en başta söylememiz gereken şeyi yazının ortasına varmadan söylüyoruz: Senaryo Ümit Ünal’a ait ve bence bu öykü tüm Türk sinemasının (çok bilgim olmadığı için bilemeyeceğim ama belki de dünya sinemasının) en özgün fikirlerinden, ‘en kurmaca’ işlerinden biri. Coşkun’un neredeyse hastalıklı hayal dünyası ve (Müşfik Kenter’in müthiş güzel oynadığı) Hayati Bey’in dengeli gün görmüşlüğü. Hayalle gerçeğin birbirine geçişi ve sizi bunaltmadan saran bir melankoli. Ve kurgu, filmden çıkıp hayata karışan karakterler, hayatın içinden geçip düşlerde buluşan insanlar. Sinema işte…  

Filmde hoşuma giden bir bölüm Coşkun’un yazdığı senaryoyu Derya Altınay’a bizzat okuduğu kısımdır. O esnada yönetmen bu kısmı bir kısa film tadında gözlerimizin önüne serer. Bu ‘canlandırmada’ genç adamı Coşkun, aşık olduğu komşum güzel kadın’ı da Derya Altınay oynamaktadır (etti mi size dört Türkan Şoray!)

Bu ‘film içinde film’ bölümünde anlatılan senaryonun özü Demir Özlü’nün Bir Beyoğlu Düşü adlı anlatısından alınmıştır. Ve filme, deyim yerindeyse, çok da güzel yedirilmiştir. Demir Özlü’nün metinlerinde kurduğu atmosferle Coşkun’un iç dünyası, sanrıları çok güzel örtüşmüştür. Ben yıllar önce filmi ilk izlediğimde bu kısmın bir edebiyat eserinden uyarlandığını bilmiyordum. Demir Özlü'nün yıllar sonra ‘benim yazarlarımdan’ biri olacağı konusunda da bir fikrim yoktu tabii ki. 1985 tarihli Bir Beyoğlu Düşü’yazarın diğer iki anlatısıyla birlikte (Berlin’de Sanrı / Kanallar) iki yıl önce Yapı Kredi Yayınları tarafından tekrar basıldı. Sarnıç Ekim 2012 sayısı için verdiği röportajda anlatı türünün ‘…Batıda öyküyle roman arasında yer alan bir düz yazı türü olarak tanımlandığını’ belirten Özlü anlatılarını ‘Bir yüz metre koşusu gibi’ yazdığını söylüyor. Bize ulaşan da bu ‘fazlalıklarından arınmış’, ‘yarı bilinçli yarı uykulu’ bir imgelemden çıkmış güzel metinler oluyor.. 

Daha filmdeki Esin Engin imzalı müziklerden, Hayati Bey'in, pavyonda çalışan komşusu Hülya Hanım’ı bir taksinin içinde yabancı bir adamın yanında mutsuz bir şekilde otururken gördüğünde 'Ağlıyordu' diye hayıflanışından ve Murathan Mungan'ın son kitabı Tuğla'da kitap ve filmle ilgili yazdıklarından bahsedecektik. Ama yer kalmadı (!) Şimdilik yazımızın sonuna Bir Beyoğlu Düşü'nden  birkaç satır düşelim:

Şimdi düşününce, yaşamım, birbirinden ayrı parçalar halinde  yaşanmış çok uzun bir süreçmiş gibi geliyor bana. Hayatın kısa olduğunu söyleyenlerle aynı düşüncede değilim. Tersine, çok uzundu, çok uzundu içsürem. İstemek, bazen de tutkulara kapılmak, aradığını bulamamak, ardından, da umulmadık rastlantıların verdiği mutluluklar...işte buydu bütün 'hayat' dedikleri...
.    

Şimdi, hiç bilmeyen biri gelse ‘Demir Özlü’den tek bir kitap okuma hakkım var’ dese, ona yazarın hangi eserini önerirsiniz? Yok, bu olmadı, bu yabancı gelip sorsa size Bir Beyoğlu Düşü'nü okudum. Şimdi bu yazarın hangi kitabını okumalıyım?’ Ona ne yanıt verirsiniz?






















22 Şubat 2013 Cuma


BEYAZ HOROZU TAKİP ET!

‘Bir dakika, o ‘beyaz tavşan’ değil miydi?’ dediğinizi duyar gibiyim. Evet, ama o Matrix’teydi (ve tabii ki Alice’de). Şimdiki filmimiz farklı: Savaş Cadısı. 14 yaşındaki Komona kendisiyle evlenmek isteyen albino çocuk askere (Büyücü’dür lakabı) şöyle der: 'Benimle evlenmek istiyorsan bana beyaz bir horoz bulup getirmelisin'. Bunu yaparken Komona iki yıl önce ölen babasının tavsiyesine uymaktadır. Babası ona 'Buralarda beyaz horoz bulmak en zor şeydir' demiştir ve bu onun için herhalde damat adayının sabrını ve sevgisini sınamanın bir yoludur. Filmin bu bölümünde Büyücü'yü sarı kafası, çilli yüzü ve yırtık pırtık giysileriyle ama kalaşnikofunu da elinden bırakmadan sürekli beyaz bir horoz ararken görürüz. Bir ihtiyar onun ne aradığını öğrendiğinde katıla katıla güler 'Ne o aşık mı oldun sen, evlenmek mi istiyorsun?' diye sorar. Savaş Cadısı'nın bu kısımları salonda bir Fundamentals havası estirir ama Burma’da geçen bu iç savaş hikayesinin başında ve sonunda Komona'nın yaşadıkları hiç de komik değildir!

!f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali bu yıl etkinliklerinin son üç gününü İstanbul ve Ankara dışına da taşıyor. Bu ‘alternatif dağıtım ve paylaşım projesi’ sayesinde festivalden beş film 29 şehirdeki sinemaseverlerle buluşuyor. Sakarya da bu şehirlerden biri ve gösterimler kampüste Kongre Merkezi'nde yapılıyor. Bize de, ne diyelim, bu işi akıl edenlere ve projede emeği geçenlere teşekkürü etmek kalıyor. 

Proje için hazırlanan kitapçıkta seçilen filmlerin içeriğiyle ilgili hayatta ‘olmaması gerekenlerle olması gerekenler’ arasındaki çizgiye vurgu yapılmış. Burma’da geçen bu öykünün başları öyle sert ki insanın kalbini buruyor; izleyiciyi yeryüzündeki adalet duygusu ve insandaki kötülüğün kaynağı üzerine Dostoyevski romanlarında görülen türde bir düşünmeye çağırıyor. Komana'nın köyünde (köy denebilir mi oraya?) asiler neredeyse herkesi öldürüyorlar. Fakat Komana'nın anne-babasını asiler kendileri öldürmüyor. Sizce bu 'görev' için kim seçiliyor? Evet Savaş Cadısı sert ve acı bir öykü işliyor. Tavşan yok, horoz var; ‘Gerçek nedir, Neo?’ sorusu yok, gerçeğin kendisi var.

Şöyle bir düşünüyorum da Ankara'daki öğrencilik günlerimden beri bu benim ilk kez bir film festivaline katılışım. Bu mevsimde gerçekten iyi gidiyormuş!




                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...