28 Ocak 2014 Salı

'SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM'

Kitaba kütüphanede denk geldi. Geç olsun da güç olmasın, diyerek onu da diğerlerinin arasına kattı. Her bir kitabın sırtını makineye tuttu, sırayla hepsini boydan boya kırmızı ışığa kestirip kütüphaneden dışarı uğradı. Gece yatmadan bir iki sayfa çevirdi; mavi bir otobüsün içinde uzak bir köye girdi. Otobüsü köye getiren Huvat başka bir zaman bir radyoyla çıkıp geldi, sonra daha başka bir zaman daha başka bir şey getirdi, köydeki herkesin yüreği ağzına fırladı. Roman Huvat’ın, karısı Atiye’nin, onların çocuklarının ve gelinlerinin ve damatlarının başından geçenlerin etrafında döndü, durdu.  Bir baştangeçen bitti öbürü başladı. Kitap birden fazla hikayeyi getirip, götürdü. Hiçbir hikaye / baştangeçten “ne oluyoruz” demedi, yaşandı, yaşandı. Yaşandıkça yazıldı, anlatıldı.



           Türk edebiyatındaki özgün yerini çoktan almış olan Sevgili Arsız Ölüm’ün yazarının arka kapağa kitapla ilgili olarak yazdığı bile ( benim elimdeki Adam Yayınları 1983 baskısı) romanın içindeki dilin /anlatımın kuvvetini bize hissettirmeye yetiyor. Latife Tekin arka kapak için, çoğu zaman yapıldığı gibi genel geçer övücü bir tanıtım yazısına razı olmamış, çocukluğunun bu romana nasıl bir çıkış noktası oluşturduğunu anlatan çok kısa ama çarpıcı bir metin yazmış. Bu yazı, romanda anlatılanların bir parçası, tamamlayıcısı omuş sanki.

         Genel kabule göre ‘konu’nun bir sanat yapıtında en az önemli şey olduğunu hatırlatıp romanın ne anlattığına bakarsak: Köyden göçmüş kalabalık bir aile büyük şehirde tutunmaya çalışmaktadır. Bu esnada işsizlik, büyüyen çocukların büyüyen sorunları, şehir hayatının zorlukları Huvat’la Atiye’nin belini bükmektedir. Sevgili Arsız Ölüm’ü farklı kılan şeyin bu çok bildik konusu değil kullandığı anlatım tekniği olduğunu artık sağır sultan bile biliyor. Şehirde işsiz kalınca yeşil kitaplara saran baba, aynaya bakıp bakıp 'ben aslında mühendis olmalıymışım' diyen işsiz büyük oğlan, kuşçu olmaya kafasını takıp evi sakalarla dolduran küçük oğlan, kuşkuotlarıyla dertleşen kız, kendisi hep hastalıklı olup ailesini diri tutmak için neler neler yapmayan anne ve dahası. Gerçeküstü öğeler, az bilinen ilginç deyimler –ki belki de zaten yoktular!-, güldürücü yakıştırmalarla bezeli romanın akıcılığını (ironik bir biçimde) nerdeyse tamamında aynı zaman kipini (yaptı, uğradı, duyurdu vb) kullanmış olmasından alıyor olması başlı başına bir başarı değil midir?

Dergilerde ve gazetelerin kitap eklerinde bir romanı veya bir öykü kitabını tanıtan / eleştiren yazıların bazen o kitaptan hiçbir alıntı yapmıyor olmalarını yadırgadığımı belirterek aşağıya Sevgili Arsız Ölüm’den bir paragraf alıyorum:

Dirmit başını cama dayayıp sessizce tulumbanın kuyruğunu sallamasını, ağzını aya dikip ulumasını seyretti. Seyrede seyrede yüreği taştı. Usulca kalkıp bahçeye indi. Tulumbanın başını başına dayadı. Onlar ağlarken ay tarlaların üstüne düşüp parçalandı, yıldızlar söndü.       

Bahsettiğim arka kapak yazısında "Yedi kardeşin arasından titrek bir gölge gibi sıyrılıp liseyi bitirdim' diyen Latife Tekin bu metnin sonunu şöyle bağlamış: “Keşke onu (bu romanı) daha soluk soluğa, daha parçalanmış bir teknikle, daha erken yazabilseydim”

Geç olsun da güç olmasın, diyorum ben de.


12 Ocak 2014 Pazar

RÜYA YAPIP SEYRETTİM!


“Ne diyo biliyo musun?” Benim de son zamanlarda Nilay’dan sıklıkla duyduğum bu soruyu  sanırım bu yaş kuşağında çocuğu olan bütün anne babalar ara ara birbirlerine soruyorlar. Bir sorudan çok bir açılış cümlesi bu. Nilay ben akşam eve geldiğimde veya gün içinde telefonla konuşurken ilginç ve komik bulduğu Aras cümlelerini bana aktarmaya başlamadan önce bir durup soruyor: “Bugün oğlun ne dedi, biliyor musun?” 

Belki ilginç ve komik değil çoğu ama biz anne babalar çocuklarımızda boncuk bulmaya pek eğilimli olduğumuz için bu laflara şaşar dururuz. Bir anaokul çocuğu somut dünyayı daha çok kavramaya başladığından ve bu dünyanın içindeki bazı soyut şeyleri de anlama gayreti içinde olduğundan kafasında bir şeyleri oturtmaya çalışır. Sonuçta siz kucağınızda şunları bulursunuz:  Tuhaf durum tespitleri, aslında kendi içinde bir mantığı olan saçma sorular, bir şeyleri anlamlandırma çabaları, başka bazı alakasız şeyleri birleştirme gayretleri ve kavramları öyle kafaya göre kavrama durumları…  

Hafta sonları da çok erken kalkan Aras bizi de uyandırmadan edemez. Geçen cumartesi sabahı tenise gitmek için kurduğum saat çalınca gözümü açtım ve Aras’ı yanımda buldum. Annesiyle aramıza uzanmıştı ve her zamanki gibi seri bir şekilde konuşmaya başlamak için ufak bir işaret bekliyordu. “Sen ne zaman geldin?” dedim ona uykulu bir şekilde. Yüzümü yıkamam ve raketimi bulmam gerekiyordu. “Ee geldim işte,” dedi. Ben kalkarken annesine ‘durumu’ anlatmaya başladı. Kulak verdim: “Anne, siz yatarken geldim yanınıza yattım. Siz uyanmayın diye gözlerimi kapadım. Sonra bir tane rüya yapıp seyrettim. İçimden. Siz uyuyordunuz. Sonra o bitince başka rüyaya geçtim." “Allah Allah” dedi Nilay  “Senin böyle özelliklerin mi var?”

Yaklaşık üç saat sonra kahvaltı masasında konuyu yeniden açtım. Bana 'beyninin içindeki çizgi filmden' bahsetti bu kez. Ama ben sabahın o saatindeki anlatımını daha çok sevmiştim. Sonuçta çocuk / büyük pek fark etmiyordu. Aras'ın söylediği şey bir insanlık haline işaret ediyordu. Nasıl derler? "İnsanlık kadar eski!" 

Bu dünyada kim gece uykuda gördükleri dışında bazı rüyaları da kendisi yapmıyor, sonra onları günlerce, hatta yıllarca umutla seyretmiyor? 









                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...