26 Ağustos 2016 Cuma

PRENS ANDREY VE MEŞE AĞACI

Bütün büyük romanlarda olduğu gibi Savaş Ve Barış’ta da genel konu bütünlüğünden bağımsız, öyle tek başına açıp okuyabileceğiniz birçok bölüm vardır. Genel konu bütünlüğü içinde okunduğunda şüphesiz daha anlamlı olan bu tip bölümlerden biri (Savaş ve Barış’ta) Prens Andrey’in Nataşa’yı ilk gördüğü günün anlatıldığı kısımdır.

Lev Tolstoy bu görkemli romanın mimarisini birkaç adım barış, birkaç adım savaş şeklinde kurmuştur. Tarih boyunca insan hayatında yakıcı derecede belirleyici rol oynamış bu iki olgu, yani savaş ve barış, romanın içinde gece ve gündüz gibi birbirini takip eder. Yaklaşık iki bin sayfa süren bu destansı romanda karakterlerin iç dünyasındaki aydınlık ve karanlık, neşe ve hüzün, siyah ve beyaz -ve aradaki diğer tüm tonlar- sürekli yer değiştirirler.

Dönelim Nataşa’ya: Prens Andrey’in bir takım ‘vasilik işleri’ için Kont Rostov’un çiftliğine gitmesi gerekir. 31 yaşında, savaştan yeni dönmüş, yaralı ve ruhu yorgun bir adamdır Andrey Bolkonski; geçmişi acılarla, geleceği belirsizliklerle doludur. Çiftliğe giderken yeşillenmiş çalılıkları da geçerek yolun iki tarafında uzanıp giden bir kayın ağacı ormanına girerler. Bu ağaçların arasından gördüğü yaşlı bir meşe ağacı Prens Andrey’in dikkatini çeker. Onda sanki kendi hayatının sönüklüğünü görür. Meşe ağacı hantal, huysuz ve öfkeli görünür Prens Andrey’e. Zaten karamsar günler geçiren Prens kendini gülümseyen kayın ağaçları yerine bu canlı bahar günüyle bir tezat oluşturan yaşlı meşe ağacıyla özdeşleştirir. Araba ilerler, meşe arkada kalır ama Prens Andrey onu bir türlü arkada bırakamaz...

Çiftliğin girişindeki bahçede genç kızlar oyun oynamakta, çocuklar gibi koşup durmaktadır. Bu kızlardan biri koşarak arabaya yaklaşır ama gelenin bir yabancı olduğunu görünce yine oynaya zıplaya geri gider. Bu, Nataşa’dır; Prens Andrey bu genç kızdaki yaşama sevincini fark eder ve ister istemez merak eder: Acaba ona böyle mutluluk veren nedir? Prens Andrey, Nataşa’yı içerde, salonda Kont Rostov’la otururken de bir kaç kez görür. Ve benzer şeyler düşünür, bu kadar doğal bir neşe nereden doğmaktadır (Nataşa ileride Prens Andrey Bolkonksi’nin nişanlısı olacaktır!)

İşler uzadığı için Prens Andrey’in gece kalması gerekir ama herkes yatıp da el ayak çekilince Prensi bir türlü uyku tutmaz, kalkar, pencereyi açar ve bir süre yıldızların süslediği karanlık geceye bakar. O sırada bir üst kattan iki genç kızın konuşmaları duyulur. Bunlar Nataşa’yla kuzeni Sonya’dır. Nataşa pencerede oturmuş şarkılar söylemekte, gecenin güzelliğini övüp durmaktadır. Prens Andrey kendi penceresinin önünde neredeyse nefes almadan durur ve oradan gecenin içine kanatlanıp uçmak isteyen Nataşa ve ona “Hadi yat artık, saat iki oldu” diyen Sonya’nın konuşmalarını dinler. Ve nedense bir an kızların kendisiyle ilgili de bir şeyler söyleyeceğini düşünür. Ama bu olmaz, biraz sonra pencere kapanır ve sessizlik gökyüzünü doldurur. (Nataşa ilerde Prens Andrey’in nişanlısı olacaktır, peki eşi olacak mıdır?)

Ertesi gün yine aynı yoldan dönerken Prens yine meşe ağacına bakınır ama ağaç ona hiç de bir önceki gün göründüğü gibi görünmez. Evet, ağaç iyice farklıdır şimdi! O hantal, öfkeli, dünyaya küskün yaşlı meşeden eser yoktur. Tam tersine, ona baktığınızda gördüğünüz şey canlılık,  yaşamın çeşitliliği ve zinde bir umuttur. Hayır, burada fantastik roman ögeleri devreye girmiyor. Değişen tabii ki ağaç değil, Prens Andrey’in zihin dünyasıdır:

İhtiyar meşe iyice değişmişti; dolgun, koyu yeşil bir çadır gibi etrafa yayılmış, akşam güneşinin ışıkları içinde hafif hafif sallanarak tatlı bir rehavet içinde duruyordu. Ne eğri büğrü parmaklar ne bereler görünüyor ne eski acıların ne de eski güvensizliğin izleri belli oluyordu. Yüz yıllık sert kabuğun arasından sapsız, dolgun körpe yapraklar fışkırmıştı; o kadar körpeydiler ki bunların o ihtiyarın vücudundan çıktığına inanılmazdı. Prens Andey, “Evet, bu o gördüğüm meşe” diye düşündü ve içinde birden baharın verdiği bir sevinç, bir yenilik duygusu uyandı.


Savaş ve Barış’ın bu bölümü aşık olduğumuzda ya da sevdiğimiz insanların yanındayken hayatı nasıl da farklı algıladığımızı anlatan sıkı örülmüş, güzel bir okuma sunar bize. Böyle zamanlarda içimizde bir genişlik, bir ruh ferahlaması, sonsuz bir umut duyarız ve bu, hayata bakışımızı da eylemlerimizi de değiştirir. Usta Lev Tolstoy bu kelimeleri doğrudan kullanmaz tabii ki -bütün ustalar gibi bize bu duyguları sezdirir.

Sadece burası değil, Piyer’in idam mangasının karşısına geçtiği bölüm, Prenses Mariya’nın yaklaşan düşmana rağmen evlerini terk etmek istemeyen köylüleri ikna etmeye çalıştığı o gerilimli diyalog ve Kutuzov’un çadırında haritanın üstüne eğilmiş kumandanların savaşın gidişatı hakkında yaptığı tartışmaları okuduğumuz kısımlar kitabın gücünü arttıran yerlerden. Romanın bu bölümleri, artık nasıl bir edebiyat şiddetiyle yazılmışlarsa, daha dün izlediğim bir filmin sahneleri gibi aklımda hala. Kitabı okuduğum dönemde hikaye beni iyice sardığı için romanda olanları ara ara Nilay’la Aras’a da anlatıyordum. Mesela sabah kahvaltısında “Nataşa yeni biriyle tanıştı; genç, parlak bir subay, işler karışabilir” diyordum ya da “Fransızlar sonunda Moskova’ya girdi, tüm şehri yakıyorlar” şeklinde birkaç cümlelik özetler geçiyordum. Mecbur, dinliyorlardı!



                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...