20 Şubat 2017 Pazartesi

ÇİRKEFLİĞE ÖVGÜ



İlk fotoğraf Robin van Persie’nin bizim hayatımıza -yani Aras’la benim hayatıma- girdiği günden. Hollandalı imzayı atıyor, biz o zaman Denizli'deyiz, töreni televizyondan izliyoruz. Biraz sonra Van Persie oğlu Shaqueel ile birlikte çıkıyor sahaya, orada küçük çaplı bir show yapıyorlar. Top sektirmeler, hava topları, kafa pasları derken biz durumu biraz da kıskanarak izliyoruz. Sonuçta o, bir dünya yıldızı. Ben böyle durumlarda taraftarlığı bir kenara bırakıp futbolumuz adına memnun olurum. Tanıtım, ülkenin imajı, işte dikkatlerin Türkiye’ye çekilmesi... Frank Rijkaard Galatasaray’ın başına geçtiğinde de böyle düşünmüştüm. Bu tip transferler ligin seviyesinin yükselmesi, kalitenin artması anlamına da gelir. Jupp Derwall’in, George Hagi’nin futbolumuza katkıları nasıl inkar edilebilir?  
   
Diğer fotoğraflar da malum maçtan. RvP 41. dakikada Tosiç’e topsuz alanda tekmeyle dalıyor, kolunu da onun ensesine dolamış, sonra ikisi birlikte yere yuvarlanıyorlar, top zaten çok başka bir yerde, atak outla sonuçlanıyor. Burada kırmızı kartı görense Dusko Tosiç oluyor. Hakemin sonraki hataları da yanlış iliklenen bu ilk düğmenin maçın gidişatına getirdiği yıkıcı etkiyi hafifletme çırpınışlarından başka bir şey değil. Sonuçta maç çığırından çıkıyor. Sahaya bazen yedek oyuncular bazen de taraftarlar giriyor. Yanımda 9 yaşında bu oyunu deli gibi seven bir çocuk var, futbolun trivoleden, estetik kafa gollerinden, şahane paslaşmalardan ibaret olmadığını yaşayarak öğreniyor.


Neyse, bunlar futbolda var, biliyoruz. Bu sporun çirkin ve çirkef yüzü puan için, prim için veya bazen sadece ego için sıklıkla yeşil sahalarda, basın toplantılarında arzı endam ediyor. Yöneticiler, ellerinde birer körük, yangının küllenmesine asla izin vermiyorlar. Ama burada beni şaşırtan şey, bazı Fenerbahçeli taraftarların galibiyete gerçekten sevinmeleri, normal, adil bir oyunu kazanmış gibi yapmaları oldu. Maçtan sonra yapılan kutlama sözleri, RvP’nin fotoğrafını paylaşmaları falan -en azından bazı Fenerli dostların- yaşananlardan bir rahatsızlık duymadıklarını gösteriyordu.



Öte yandan bunun aksini düşünen Fenerbahçeliler de yok değildi. Yalçın, mesela, maçın hemen ardından şöyle yazmıştı:

Futbol dışında her türlü oyunla kazanmak -hele de rakip 10 kişiyken - 2 Hollandalıyı mutlu edebilir ama bir Fenerbahçeli futbol sever olarak beni mutlu etmez...Çirkef, ahlaksız van Persie’nin golünden Musa’nın direkten dönen röveşatası evladır.


Türk futbolunu kurtaracak olan şey -tabii onu ille de kurtarmak gerekiyorsa, bilmiyorum belki şart da değildir bu- Yalçın'ın meseleye getirdiği yaklaşımın belirgin bir yaygınlık kazanmasıdır. Bu profildeki futbolsever sayısının artmasıdır. Aksi halde 'Biz bitti demeden bitmez' gibi sloganlar katıldığımız turnuvalarda gösterdiğimiz performansla asla örtüşmeyecek! 

Şimdi de çuvaldız: Bu yazının hazırlandığı dönemde Beşiktaş deplasmanda Karabük’le oynadı, kaybetti. Mağlup oldukları son yarım saat boyunca Beşiktaşlı futbolcular da centilmenlik ve efendilik anlamında pek iyi bir sınav vermediler! Ben, kendi adıma, topsuz alanda rakibi itip kakarak veya hakemi aldatmak için kendini yerlere atarak geliştirilen ataklar sayesinde atılan golleri benimsemem, benimseyemem. Pek çok başka sebep arasında, Aras öncesi dönemde futbol seyirciliğinden uzaklaşmış olmamın nedenlerinden biri belki de budur.

Şüphesiz bu yazıda bahsedilen ve binlercesi içinde sadece birer örnek olan çirkeflikler futbola zarar veriyor. Hangi takımı tuttuğumuzdan bağımsız olarak, haksıza haksız demedikçe futbolu bir keyif olarak takip edenlerin sayısında düşüş olmaya devam edecek.

Shaqueel van Persie de Fenerbahçe’nin alt yapısındaymış. İlerde yetenekli bir futbolcu olması da kuvvetle muhtemeldir. Acaba o akşam babasını izlerken ne düşünmüştür?





7 Şubat 2017 Salı

AKAN ZAMAN DURAN ZAMAN

Yarıyıl tatilinin büyük bölümünü tek ciltte geçirdim. Gerçi arada başka kitaplara döndüğüm de oldu ama bu nispeten boş zamanımın çoğunu Akan Zaman Duran Zaman’a ve kitaptaki diğer metinlere ayırmıştım, öyle de yaptım, bu kalın cildin neredeyse tamamını okudum, yarıyıl tatilinin büyük bölümünde. Melih Cevdet Anday’ın yazı evrenine yaptığım bu yolculukta dikkatimi en çok çekense şiirler bölümündeki Öğle Uykusundan Uyanırken isimli metin oldu. Bir şiir değildi -düpedüz bir düzyazı- ama okuyan kişiye verdiği his, algı dünyasında yarattığı hava bütün bütüne şiirseldi. Seçkide yer verilen diğer tüm metinlerden alabildiğine farklıydı, özeldi. Bu bakımdan onu ayrı bir kenara ayırdım ve birkaç kez okudum, bu seneki yarıyıl tatilinde.


Sonra hatırladım, ben buna benzer metinleri daha önce de okumuştum: Tuzla Piyade Okulunda küçük bir odamız vardı, kütüphane diyemeyeceğim, isteyenin raflara konulmuş veya masaların üstüne serpiştirilmiş irili ufaklı kimi kitaplarla biraz vakit geçirebileceği bir yerdi. Hafta sonları hava dışarı çıkılmayacak kadar kötü olduğunda yahut akşamları –piyade okulunda böyle avare akşamlarımız da var mıydı?-  bu odaya gider, oradaki kitapları karıştırırdım. Melih Cevdet Anday’ın deneme veya öykü gibi görünen ama belirgin bir şey de anlatmayan bu metinlerini -şimdi yazarın onları birer şiir olarak kurduğunu anlıyorum- o odada okudum. Tuhaf metinlerdi, daha önce  okuduğum yazılara hiç benzemiyorlardı! Şimdi şöyle bir düşündüğümde, bugün çok uzaklarda kalmış olan bu okuma deneyiminin bende o zamanlar uyandırdığı en belirgin duyguyu şaşkınlık olarak hatırlıyorum. Bahsettiğim metinler benzersizlikleri, yarattıkları atmosfer ve sahip oldukları imgelem gücüyle beni düpedüz şaşırtmışlardı. Doğrusu, bu düşsel yazılardan pek bir şey anlamıyordum, öte yandan kendimi onları okumaktan da alıkoyamıyordum!

Şimdi farkına varıyorum: 1997 yılının Ocak ve Şubat aylarını Tuzla’da geçirdiğim düşünülürse ben böyle bir metni -belki de bizzat Öğle Uykusundan Uyanırken’i -tam 20 yıl sonra yeniden okuyordum. Zaman akmış, akmış aynı yazıyı getirip önüme bırakmıştı!

Everest’in yayıma hazırladığı Dünyada Geçirdim Çocukluğumu adlı bu seçkideki romanı (Raziye) henüz bitirmedim ve oyunu (İçerdekiler) sonraya bıraktım. Kimi uzun şiirlerin içine giremediğim de doğrudur. Fakat kitabın genelinden büyük keyif aldım. Özelikle anıları (Akan Zaman Duran Zaman), günlükleri (Bir Defterden) ve mektupları zevkle okudum. Okuduklarım beni, söz konusu kitapların özgün ve bütün hallerini merak etmeye ve onları edinmeye de yöneltti- ki bu, birçok başka şeyin yanında, yapılan çalışmanın, ortaya konan emeğin amacına ulaşması anlamına da gelir.


Melih Cevdet Anday’ın eserinin tek bir cilde sığmayacağı zaten belliydi. Ben onun sadece bazı ünlü şiirlerini biliyordum, geçmişte kimi köşe yazılarını da okumuştum. Sanırım Anday, Enis Batur’un Bonnefoy’u anlattığı yazıda kullandığı ‘yekpare yazı adamı’ tanımına giriyor. Doğrusu, bu edebiyat devinin yazınımıza kazandırdığı eserler konusunda benim ciddi bir açığım vardı. Dünyada Geçirdiğim Çocukluğumu ile bu açığımı kısmen de olsa kapatmış oldum, bu yılki yarıyıl tatilinde.

                    KİTAPLAR ÇEVRELER Bir Gazetecinin Edebiyat Adamı Olarak Portresi I. Metin Münir’in Zavallı Kalbimi Rahatlat adlı...